Başlığı |
Yürütücü |
Türü |
Başlangıç Tarihi |
Bitiş Tarihi |
Elektro Lif Çekim (Elektrospinning) Tekniği ile Nanoliflerden İplik Eğirme Yönteminin Geliştirilmesi |
Prof. Dr. Fatma GÖKTEPE |
TÜBİTAK |
01.07.2016 |
30.06.2018 |
Elektrik alan ile lif çekimi (electrospinning) yöntemi ile nanometre seviyelerinde inceliğe sahip elyaf üretimi; liflerin sağladığı üstün performans yanında basit ve esnek üretim şekli nedeniyle son yıllarda yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Ancak mevcut uygulamalarda lifler, dokusuz yüzey halinde üretilebilmekte, bu durum ise yüksek özellikli liflerin kullanım alanını sınırlamaktadır. Oysa elektrik alanda lif çekim yöntemiyle üretilen nanoliflerin doğrudan iplik halinde eğrilebilmesi gerçekleştirilebilirse, söz konusu lifler dokuma veya örme yüzey haline rahatlıkla dönüştürülebilecek ve bu sayede çok daha geniş bir kullanım alanı sağlanmış olacaktır. Bu doğrultuda önerilen projede temel amaç, elektrik alanda lif çekim yöntemini esas alarak nanometre düzeyinde inceliğe sahip liflerden oluşmuş bükümlü iplikleri kesintisiz bir şekilde eğirebilen, ipliğe istenen büküm miktarını verebilen ve bobin formunda sarabilen bir sistemin tasarımı, imalatı ve bilgisayar kontrolüyle çalıştırılmasıdır. Diğer bir ifadeyle elektrolif çekim yöntemini esas alarak tamamen yeni komple bir eğirme sisteminin geliştirilmesidir. Böylelikle Türkiye’de ilk defa nanolifli iplik üretimi gerçekleştirilmiş olacaktır.
NAMIK KEMAL ÜNİVERSİTESİNDE ÇALIŞAN BİREYLERİN FİZİKSEL AKTİVİTE DÜZEYLERİNE GÖRE SOSYAL FİZİK KAYGILARININ İNCELENMESİ |
Doç. Dr. Gözde ERSÖZ |
TÜBİTAK |
01.09.2016 |
01.09.2017 |
Bu çalışmanın amacı Namık Kemal Üniversitesinde çalışan akademik ve idari personelin fiziksel aktivite ve sosyal fizik kaygı düzeylerini belirlemek ve fiziksel aktivite düzeylerine göre sosyal fizik kaygı düzeyleri arasındaki farklılığı ve ilişkiyi ortaya koymaktır. Araştırmaya Namık Kemal Üniversitesi’ nde çalışan yaşları 18-60 arasında değişen akademik ve idari personeller katılacaktır. Çalışmamızda katılımcıların kişisel ve egzersizle ilgili özelliklerini belirlemek amacıyla kişisel bilgi formu, hissettikleri sosyal fiziksel kaygı düzeyini belirlemek amacıyla Sosyal Fizik Kaygı Envanteri (SFKE); katılımcıların fiziksel aktivite düzeylerini belirlemek üzere ise Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi (UFAA) kullanılacaktır. Verilerin analizinde araştırma grubunun özellikleri, katılımcıların fiziksel aktivite ve sosyal fizik kaygı düzeylerinin tanımlanması için betimsel istatistik analizi (ortalama, standart sapma, frekans ve yüzde) yapılacaktır. Katılımcıların sosyal fizik kaygı düzeyinin fiziksel aktivite düzeyine göre karşılaştırılmasında tek yönlü varyans analizi (ANOVA) kullanılacaktır. Fiziksel aktivite düzeyi ile sosyal fizik kaygı düzeyi arasındaki ilişkinin test edilmesinde Pearson Momentler Çarpım Korelasyon analizi yapılacaktır. Bu araştırma sonucunda elde edilen bulgular ışığında Namık Kemal Universitesi'nde çalışan personelin fiziksel aktivite duzeyleri belirlenecek ve katılımcıların aktiflik düzeylerinin sosyal fizik kaygılarının belirleyicisi olup olmadığı konusunda bilgiler elde edilecektir. Egzersizde psikolojik süreçleri anlamak bireylerin daha aktif bir yaşam tarzı belirlemelerinde etkili olacağı için bu çalışma kuramsal ve uygulamalı anlamda katkı sağlayacaktır.
NAMIK KEMAL ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNİN SAĞLIKLI YAŞAM BİÇİMİ DAVRANIŞLARININ EGZERSİZ DAVRANIŞI BASAMAĞINA GÖRE İNCELENMESİ |
Doç. Dr. Gözde ERSÖZ |
TÜBİTAK |
01.09.2015 |
01.09.2016 |
Bu çalışmanın amacı Namık Kemal Üniversitesinde öğrenim gören öğrencilerin sağlıklı yaşam biçimi davranışlarının egzersizde davranış değişim basamağına ve cinsiyete göre farklılıklarını ortaya koymaktır. Çalışmaya yaşları yaşları 18-35 arasında değişen, gönüllülük esasına göre araştırmamıza katılacak olan, Namık Kemal Üniversitesinde öğrenim gören lisans ve lisansüstü öğrenciler katılacaktır. Bu araştırmada Sağlıklı Yaşam Biçimi Davranışları Ölçeği (SYBD), Egzersizde Davranış Değişim Basamağı Ölçeği ve kişisel bilgi formu katılımcılara uygulanacaktır. SYBD, EDDBÖ ölçekleri ve kişisel bilgi formu araştırmacı tarafından yüzyüze ve bireysel olarak uygulanacaktır. Araştırmada elde edilen veriler SPSS 18.0 programına aktarılacaktır. Verilerin analizinde araştırma grubunun özellikleri, katılımcıların egzersiz davranışı alışkanlığı ve sağlıklı yaşam biçimi davranışlarının düzeylerinin tanımlanması için betimsel istatistik analizi (ortalama, standart sapma, frekans ve yüzde) yapılacaktır. Katılımcıların sağlıklı yaşam biçimi davranışlarının düzeyinin egzersizde davranış değişim basamağına göre karşılaştırılmasında çok yönlü varyans analizi (MANOVA) kullanılacaktır. Sağlıklı yaşam biçimi davranışları alt boyutları arasındaki ilişkinin test edilmesinde Pearson Momentler Çarpım Korelasyon analizi yapılacaktır. Bu proje sonucunda Namık Kemal Üniversitesinde öğrenim gören öğrencilerin egzersiz davranışları ve sağlıklı yaşam biçimi davranışları konusunda bilgiler edinilecektir. Bu bilgilerin ileride hem kuramsal alana hem de uygulamalı alanda gençleri egzersize ve sağlıklı davranışlara yönlendirilmesinde faydalı olacağı düşünülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Sağlıklı yaşam biçimi davranışı, egzersizde davranış değişim basamağı, kuramlar üstü teorem
Ergene Havzası Endüstri Ve Kent Atmosferinde Hava Kirleticilerinin (Pm, Voc, Pah, So2, No2, 03) Düzey, Kaynak ve Salık Etkilerinin Belirlenmesi, Sağlık Risk Haritalarının Çıkartılması ve Bölgeye özgü Kirletici Konsantrasyon-Sağlık Etkisi Fonksiyonlarıın Türetilmesi. |
Prof. Dr. Lokman Hakan TECER |
TÜBİTAK |
15.05.2015 |
15.05.2018 |
Atmosferik hava kirleticilerin insan sağlığı ve çevreye olumsuz etkileri bilinmektedir. Global olarak başlıca hava kirleticiler kent ve endüstri merkezlerinde yoğunlaşmıştır. Son yıllarda hızla kentleşen, sanayileşen ve yoğun hava kirliliğinin yaşandığı Ergene Havzası’nda solunum yolu, astım ve alerjik gibi hastalıkların prevalansının yüksek olduğu rapor edilmektedir. Havza, kentsel kirleticilerin direkt etkileri yanında, hem yoğun endüstri bölgesi olması hem de bölgeyi birbirine bağlayan karayollarının üzerinde bulunması nedeni ile endüstri ve trafik kaynaklı kirliliğe de alıcı ortam olmaktadır.
Bu çalışmada, endüstri (Çerkezköy) ve kentsel (çorlu) bölgelere kurulacak iki aktif istasyonda atmosferik PM ve PAH’ların 12 ay süreyle toplanması, analiz edilmesi ve modellenmesi amaçlanmıştır. Aktif istasyonlara ilaveten Ergene Havzasının üç ili kapsayan değişik noktalarında pasif örnekleme (SO2, NO2, O3, VOC) yapılarak kirlilik haritaları çıkartılacaktır. Aeresol örneklerinde (Al, Si,Ca, Fe gibi) yaklaşık 25 adet eser element ICP-MS, PUF örneklerinde PAH’lar GS-MS ile tayin edilecektir. Atmosferik kirliliğin sağlık riskinin belirlenmesi çalışması ise kanser ve kanser olmayan hastalıklara ilişkin risk analizlerinin yapılması, bölge sağlık risk haritalarının çıkartılması ile kardiyorespiratuar hastalıklara ilişkin hastane kayıtları kullanılarak bölgeye özgü konsantrasyon-sağlık etkisi fonksiyonlarının türetilmesi şeklinde sürdürülecektir.
Elde edilen veriler, istatistiksel ve matematiksel modeller kullanılarak Ergene Havzası için atmosferik kirlilik ve sağlık riski harita ve tahminlerine dönüştürülecektir. Elde edilen sonuçlarla hava kalitesinin iyileştirilmesi ve halk sağlığının korunmasına yönelik strateji ve politikaların oluşturulmasına ışık tutulacaktır. Araştırma sonuçlarının çeşitli seminer ve toplantı programlarıyla bölge halkına sunulmasıyla kamuoyu bilinçlendirilmesine yardımcı olunacaktır.
Kedi ve köpek dışkılarından izole edilen E.coli izolatlarında β-laktam, aminoglikozit ve kinolon direncinin saptanması |
Prof. Dr. Banur BOYNUKARA |
TÜBİTAK |
01.08.2016 |
01.01.2018 |
Türkiye’nin batısındaki illerde (İstanbul, Tekirdağ, Edirne, Çanakkale, Bursa, Aydın, İzmir, Manisa ve Muğla) veteriner kliniklerine kontrol amaçlı getirilmiş sahipli ve toplum içinde yaşayan sahipsiz, kedi ve köpek dışkı örneklerinden izole edilen E.coli izolatlarında fenotipik ve genotipik aminoglikozit, kinolon ve β laktam grubu antibiyotiklere karşı gelişen direnç profillerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Geçmişte hayvanlarda antibiyotiklerin büyütme faktörü olarak kullanılması ayrıca günümüzde çeşitli antibiyotiklerin toplumda tüketimlerinin artması ve insan hekimliğinde önemli antibiyotiklerin veteriner hekimlikte kullanılması duyarlı bakterilerde dirençli suşların ortaya çıkışını giderek arttırmaktadır. Antibiyotiklerin uygun kullanılmamasına bağlı gelişen dirençli suşlarda direnç genlerinin aktarımı sadece patojen mikroorganizmalarda değil, endojen mikroflorada da olabilmekte, çevreden hayvan ve/veya insanlara geçerek bağırsak floralarında kolonizasyona sebep olabilmektedir. Son yıllarda başta E.coli olmak üzere pek çok Gram negatif bakteride saptanan antibiyotik direnç genlerinin varlığı ve bu genlerin farklı türler arasında hızla yayılması ciddi sorunlar oluşturmuştur. Bu çalışmada dışkı örneklerinden E. coli izolatları identifiye edilecektir. İzolatların antibiyotik duyarlılıkları EUCAST (2015) ve CLSI (2013) yöntemlerine göre disk difüzyon yöntemi ile fenotipik olarak saptanacak ve çoklu antibiyotik dirençleri belirlenecektir. Fenotipik olarak direnç belirlenmiş izolatlarda direnç, genotipik olarak belirlenecektir.Antimikrobiklere karşı direnç, doğal yollarla gelişebileceği gibi, insan ve hayvanlarda gereksiz, bilinçsiz ve uzun süreli antibiyotik kullanımı ayrıca insan hekimliğinde önemli olan antimikrobiklerin hayvanlarda kullanımı sonucunda da gelişebilmektedir. Bu antibiyotik direnci gelişimi de çoğunlukla hayvanların bağırsak florasında yerleşmiş olan mikroorganzmalarda şekillenmektedir. Bu nedenle de hayvanlardan insanlara antibiyotik dirençli bakterilerinin geçişinde en önemli aracılardan biri dışkı kaynaklı mikroorganizmalar olmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalarla bu risk gittikçe açığa çıkmaya başlamış, ülkemizde de sınırlı sayıda olmakla birlikte farklı hayvanlarda epidemiyolojik çalışmalar başlamıştır. Ancak yine de bu alanda fenotipik ve genotipik yeterli çalışma bulunmamaktadır. Ayrıca hergeçen gün yeni bir direnç gelişimi sözkonusu olduğu için bu tip moleküler çalışmaların sürekliliği de çok önemlidir. Türkiye’nin batı illerinde birçok şehire oranla yoğun bir kedi köpek gibi eşlikçi hayvan popülasyonu bulunmaktadır. Ve günümüz şehir yaşantısında bu hayvanların çoğu sahipleri ile aynı evi paylaşmaktadır ki bu da fekal kaynaklı bulaşmalar açısında önem taşımaktadır. Evlerde beslenen kedi ve köpelerde antibiyotik direnç varlığını ortaya koyacak olan bu çalışma verileri güncelleme, Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti Antibiyotik Duyarlılık Testlerinin Standardizasyonu (ADTS) Çalışma Grubu ve ulusal antimikrobiyal direnç sürveyans sistemi (UAMDSS) ile paylaşma, Ulusal Veteriner surveyans çalışmalarını başlatmaya temel oluşturma, verilerin bilimsel yayına dönüşme potansiyeli ve uluslararası platformda epidemiyolojik alanda ilgi göreceğinden bu çalışmanın önemi büyüktür.
Gezinme Alanındaki Farklı Bitki Çeşitlerinin Serbest Dolaşımlı Sistemde (Free-Range) Yetiştirilen Yumurta Tavuklarının Bazı Performans, Yumurta Kalite, Davranış Özelliklerine ve Bitki Yararlanma Durumlarına Etkileri |
Doç. Dr. Doğan NARİNÇ |
TÜBİTAK |
20.09.2017 |
21.11.2019 |
Bu çalışmanın amacı serbest dolaşımlı (free-range) sistemde yetiştirilen yumurta tavuklarının gezinme alanındaki farklı bitki çeşitlerinin bazı performans, yumurta kalite, davranış özelliklerine, bitki yararlanma durumlarına ve yumurta üretim maliyeti etkilerini incelemektir.
Ülkemiz hem üretim miktarı, hem de uyguladığı gelişmiş teknoloji ile Avrupa ve dünya konvansiyonel kanatlı eti ve yumurtası üretiminin önde gelen başarılı bir üyesidir. Bunun yanında özellikle yumurta tavukçuluğunda yakın bir gelecekte kafes sistemlerinin tamamen kaldırılacağı öngörülmektedir. Konvansiyonel yumurta tavuğu yetiştiriciliğine alternatif olarak gezinme alanı barındıran bazı yetiştirme sistemleri geliştirilmiştir. Bu yetiştirme tiplerinden birisi olan serbest dolaşımlı sistem, hayvanların gün boyunca kendi doğal davranışlarını sergileyebilecekleri, temiz hava ve güneşten faydalanabilecekleri açık alan ihtiva etmektedir. Bu gibi alternatif sistemlerin ülkemizin farklı bölgelerinde uygulanabilirliğinin ortaya konulması ve üreticilere tanıtılması gerekmektedir. Gezinme alanındaki farklı yem bitkilerinin yumurta tavuklarında verim, kalite ve davranışları üzerine etkilerini konu alan çalışmalar oldukça sınırlıdır. Ayrıca çalışmada yerli genotiplerimizden ATAK’ın serbest dolaşımlı sistemdeki yumurta verim, yumurta kalite ve davranış özellikleri ile ilgi veriler ilk kez ortaya konulacaktır.
Araştırmada, farklı yem bitkilerinin (yonca+çok yıllık çim, ak üçgül+çok yıllık çim ve gazal boynuzu+çok yıllık çim) ekili olduğu 12 kümes kullanılacak (4 tekerrür) ve her kümeste 20 adet tavuk barındırılmak suretiyle toplam 240 adet ATAK yerli kahverengi yumurtacı genotipi kullanılacaktır. Araştırma tesadüf parselleri deneme desenine göre düzenlenecektir. Her kümesin kapalı alanında m2'de 7 hayvan barındırılacak ve açık alanda da tavuk başına 4m2 gezinme alanı sağlanacaktır. Araştırmada bitki vejetasyonunun oluşturulmasına eylül ayında başlanıp, hayvanlarında kümeslere yerleştirilmesi nisan ayın gerçekleştirildikten sonra ekim ayında denemenin sonlandırılması planlanmaktadır. Performans özellikleri olarak yumurta verimi, kırık-çatlak yumurta oranı, yaşama gücü, yem tüketimi, yem değerlendirme katsayısı ve yumurta kitlesi tespit edilecektir. Yumurta kalite özelliklerinden ise yumurta ağırlığı, özgül ağırlık, kabuk mukavemeti, ak yüksekliği, Haugh birimi ve sarı rengi tespit edilecektir.
Kümeslerde kapalı alan ve gezinme alanlarına yerleştirilecek olan 12 adet kamera ile her kümesten şansa bağlı olarak ¼ örnek oranında seçilecek olan 5'er tavuğun, toplamda da tüm kümeslerden 60 adet tavuğun davranışları gözlemlenecektir. Tavuk davranış özelliklerinin incelenmesinde zaman örnekleme ve davranış örnekleme teknikleri kullanılacaktır. Hayvanların günlük aktiviteleri süresince gerçekleştirdikleri; yatma, ayakta durma, yemleme, su içme, tüy gagalama ve saldırma gibi davranışları incelenerek bu aktivitelerin süreleri ve sıklıkları belirlenecektir. Ayrıca, araştırma kapsamında yetiştirilen tüm tavukların 24 saatlik zaman diliminde barınağın kapalı ve açık alanlarında bulunan folluk ve tünek gibi ekipmanları kullanımı ve tavukların hangi günlük aktivitesinde barınağın hangi alanlarını kullandıkları tespit edilerek saatlik dağılımları tespit edilecektir. Böylece farklı yemleme uygulamalarının tavukların zaman bütçesi aktivitelerine ve barınak alan tercihlerine etkisi belirlenecektir. Gezinme alanlarındaki farklı bitkilerin yeşil ot verimi, kuru ot oranı, kuru ot verimi, protein oranı, protein verimi, yararlanma oranı, bitki sağlığı ve seyrekleşme oranı belirlenecektir. Çalışmanın ekonomik analiz bölümünde her bir grup için yumurta maliyeti ve brüt kar hesap edilecektir.
Çalışmadan elde edilecek veriler ile bilimsel literatüre katkı sağlanması, serbest dolaşımlı sistemin uygulanabilirliği ile ilgili proje çıktılarının konvansiyonel yumurta üreticileri ve kırsal kesimdeki küçük ölçekli işletme sahipleri ile paylaşılması sonucunda bölge ve ülke ekonomisine katkı sağlanması hedeflenmektedir.
Sıcaklık Stresinin Mandaların Süt Verimi Üzerine Etkilerinin Araştırılması ve Manda Barınak Sistemleri İçin Optimum Projeleme Kriterlerinin Belirlenmesi |
Prof. Dr. İsrafi̇l KOCAMAN |
TÜBİTAK |
01.09.2015 |
01.03.2018 |
Proje Özeti
Tüm üretim faaliyetlerinde olduğu gibi, hayvancılıkta da amaç en yüksek ekonomik verimi elde etmektir. Hayvansal verimin ekonomik sınırlar içinde arttırılması; yüksek verim yeteneği olan ırkların elde edilmesi yanında, hayvanların iyi beslenmesi, sıcaklık ve soğuk stresinin olmadığı, iklimsel, yapısal ve toplumsal çevre koşullarının optimal sınırlar içerisinde tutulabildiği, barınaklar inşa etmekle mümkündür. Hayvancılık işletmelerinde ilk yatırım giderlerinin önemli bir bölümü barınak yapımı için kullanılmaktadır. Ancak barınakların projelendirilmesinde, çoğunlukla yeterli bilginin toplanmaması ve hayvan-çevre-insan ilişkilerine gereken önemin verilmemesi istenilen amacın gerçekleşmesini engellediği gibi önemli derecede kaynak israfı meydana gelmekte ve barınaklardan beklenen yararlar tam olarak elde edilememektedir. Diğer taraftan ülkemiz yedi farklı iklimsel coğrafi bölgeden oluşmasına rağmen hemen hemen bütün bölgelerde büyükbaş hayvanlar için ırk özellikleri göz önünde bulundurulmadan, aynı tip barınaklar inşa edilmekte ve sonuçta istenilen hedefe varılamadığı gibi hayvanın zaman içerisinde verim gücünü kaybetmesine de neden olabilmektedir.
İstanbul yöresi manda yetiştiriciliği bakımından pilot bölge niteliğindedir. İstanbul Manda Yetiştiricileri Birliği ve Türkiye İstatistik Kurumu 2013 yılı verilerine göre il genelinde 250 işletmede yaklaşık olarak 10982 manda barındırılmaktadır. Bu sayı Türkiye manda varlığının yaklaşık % 10’ una tekabül etmektedir (TÜİK, 2014). Manda işletmelerinin % 83’ü küçük ölçekli, % 17’ si ise orta ölçekli işletmeler şeklindedir (Hurma vd.,2013). Bölgede yetiştirilen mandaların tamamı Akdeniz mandası olup Nehir mandaları kökenlidir. Bölgede yapılan bazı araştırmalar mandaların verim gücünden yeterince yararlanılamadığını göstermektedir. Ülkemizdeki mandaların karkas olarak et verimi ve laktasyondaki süt verimi İtalya, Mısır, Pakistan ve Hindistan gibi ülkeler ile mukayese edildiğinde oldukça düşük düzeyde olduğu görülmektedir (Soysal, 2009). Bu sonucun ortaya çıkmasında rol oynayan etkenlerin başında, genetik yapının iyileştirilmesine yönelik çalışmaların yetersiz oluşu ve mandaların uygun olmayan barınaklarda veya ortamlarda barındırılmaları olduğu söylenebilir. İstanbul ilinin bir metropol kent olması, sürekli göç alması, beraberinde yeni yerleşim yerlerinin açılması ve sanayileşmenin giderek yaygınlaşması, zaten kıt olan tarımsal arazi kaynaklarının sürekli tüketilmesine sebebiyet vermektedir. Bu durum biyolojik çeşitliliğin korunması ve insan beslenmesi bakımından son derece önemli olan hayvansal besin kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve geliştirilmesi açısından önem arz eden mandaların doğal yaşam alanlarının da yok olmasını tetiklemektedir. Yapılan ön çalışmalar, bölgede mera mandacılığından barınak mandacılığına doğru bir dönüşümün söz konusu olduğunu göstermektedir. Ancak yöre çiftçisinin manda yetiştiriciliğini geleneksel barınaklarda sürdürmesi ve iklimsel çevrenin denetimine ilişkin konularda yeterli bilgi sahibi olmamaları istenilen hedefe ulaşmayı güçleştirmektedir. İklimsel çevrenin optimum düzeylerde karşılanmasının zor olduğu geleneksel tip barınaklarda hayvan refahından bahsetmek de zordur. Bölgenin iklim koşulları iyi analiz edildiğinde mandalarda yaz aylarında sıcaklık stresinin olması kaçınılmazdır. Çünkü mandalar homoterm hayvanlar grubundan olup, derisi altıda bir yoğunlukla sığır derisinden daha az ter bezi içermektedir (Borghese, 2005).
Diğer yandan arz talep dengesi içerisinde son yıllarda manda ürünlerine olan talebin artması, pazarlama sorunlarının yok denecek kadar az olması ve verilen teşvikler ile bölgede manda yetiştiriciliği bir ivme kazanmıştır. Dolayısıyla insanlarımızın sağlıklı ve nitelikli beslenmesi açısından önemli olan hayvansal üretimin çeşitliliği ve sürdürülebilirliği için bu alanda yapılacak çalışmaların teşvik edilmesi ve desteklenmesi gerekmektedir.
Bu araştırma sıcaklık stresinin mandaların süt verimi üzerine etkilerinin araştırılması ile yöre koşullarına uygun manda barınak sistemleri için optimum projeleme kriterlerinin belirlenmesi ve uygulamaya yönelik farklı kapasiteli manda barınak projelerinin geliştirilmesi amacıyla yapılacaktır. Bu bağlamda İstanbul Manda Yetiştiricileri Birliğine kayıtlı yeterli sayıda mandaya sahip bir işletmede genetik benzerlikleri aynı olduğu kabul edilen, aynı dönemde doğmuş, aynı laktasyon sayısına sahip mandalar arasından en az 10’arlı iki grup oluşturulacaktır. Gruplardan biri ortam sıcaklığının kontrol edilebildiği bir ortamda, diğer grup ise mevcut çiftçi yetiştirme koşullarda barındırılacaktır. Her iki manda grubuna aynı yem rasyonları uygulanacaktır. Bir yıl süre ile yaz, kış ve geçiş mevsimlerindeki iklimsel çevre koşulları ile mandaların süt verimleri arasındaki ilişkiler istatistiksel olarak belirlenmeye çalışılacaktır. Elde edilecek verilerin ışığı altında yöre iklimine uygun, hayvan verimini maksimize edecek barınak modellerinin oluşturulabilmesi için gerekli olan iklimsel ve yapısal proje kriterleri belirlenecektir.
Anahtar Kelimeler: Manda barınakları, sıcaklık stresi, iklimsel çevre, süt verimi, zararlı gazlar, proje kriterleri
LETM1 ve OPA1 Arasındaki İlişkinin Araştırılması |
Prof. Dr. Cenk ARAL |
TÜBİTAK |
01.06.2014 |
11.02.2016 |
Mitokondri iç membranında lokalize olan LETM1 ilk olarak Wolf-Hirschhorn sendromu vakalarında 4. kromozomun delesyonu ile tanımlanmış ve hücre içi fonksiyonları tam olarak bilinmeyen bir transmembran proteindir. Yapılan çalışmalar proteinin bir K+/H+ antiportu olarak görev yaptığını destekler niteliktedir. Proteinin eksikliği veya aşırı ekspresyonunun hücre ölümüne neden olduğu belirlenmiş olmakla beraber mitokondri morfolojisinin de her iki durumda da etkilendiği belirlenmiştir. Mitokondri morfolojisindeki değişimler hücre ölümü de dahil olmak üzere mitokondriyal fonksiyonlarla yakından ilişkilidir ve bu süreçte mitokondriyal füzyon ve fizyon proteinleri görev yapmaktadır. Bu proteinlerden OPA1 mitokondriyal füzyonda rol oynamaktadır ve LETM1 kaybı ve/veya kazanımıyla ortaya çıkan mitokondriyal morfolojinin OPA1 mutantlarıyla elde edilen morfolojiyle benzerliği vurgulanmıştır. LETM1 aşırı ekspresyonu ile OPA1' in fonksiyonu için gerekli proteolitik kesimin etkilendiği ve bunun sonucunda uzun ve kısa formları arasındaki oranın değiştiği bildirilmekte ve LETM1' in OPA1 fonksiyonu için regülatör rol oynayabileceği öne sürülmektedir. Diğer taraftan yapılan bir başka çalışmada OPA1 ve LETM1' in birlikte baskılanmasının ileri düzeyde mitokondriyal fragmentalizasyona yol açtığı ve sitokrom c serbestleşmesini etkilediği bildirilmektedir. Bu veriler ışığında bölümümüzde gerçekleştirilen ön çalışmalarda LETM1 baskılanmasının OPA1 düzeylerininde azalmaya yol açtığı görülmüştür. Sunulan projemizin amacı elde ettiğimiz bu ön veriler ışığında LETM1 baskılanması ile ortaya çıkan fenotipin OPA1 ile olan ilişkisini ve OPA1 gen ekspresyonunun LETM1 baskılanmış hücrelerdeki etkisinin araştırılmasıdır. Bu çerçevede hücreler LETM1 gen ekspresyonunun baskılanması amacıyla bir çift siRNA ile transfekte edilecektir. Bu hücrelerde OPA1 düzeyleri gerek protein gerekse mRNA düzeyinde kontrol edilecek ve LETM1 iyon transportu fonksiyonunu geri getirmek üzere eklenen nigericinin bu süreçte etkili olup olmadığı test edilecektir. Ayrıca aynı şekilde oluşturulacak deney gruplarında sitokrom c serbestleşmesi ve hücre ölümü ele alınacaktır. Sitokrom c serbestleşmesi izole mitokondride belirli zaman aralıklarıyla BID ilavesi ile ELISA yöntemi kullanılarak kantitatif olarak yapılacak, hücre ölümü ise anneksin/propidium iyodür boyaması ile FACS ile kantitatif olarak değerlendirilecektir. LETM1 baskılanan hücrelerde bu parametrelerdeki değişimin OPA1 gen ekspresyonunun artırılması ile ne yönde etkilendiği OPA1 kodlayan plazmid DNA' nın in vitro transfeksiyonu ile belirlenecek ve bu süreçlerde OPA1' in rolü incelenecektir.
Çalışma sonucunda elde edilecek veriler ışığında LETM1 ve OPA1 arasındaki ilişki ve LETM1 eksikliğinin ortaya çıkardığı fenotipin OPA1 arttırılması ile ne şekilde değişeceği belirlenmiş olacaktır. Bu verilerin gerek LETM1 fonksiyonunun daha iyi anlaşılması gerekse eksikliğinin OPA1 ile olan ilişkisinin aydınlatılması hedeflenmektedir.
Ratlar arasında serum yolu ile taşınan iskemik ön koşullamanın random patern deri flebi üzerindeki etkisi |
Dr. Öğr. Üyesi Abdullah Erkan ORHAN |
TÜBİTAK |
01.04.2017 |
01.07.2018 |
Flep, donör alandan, alıcı alana taşınırken kendi vasküler dolaşımına sahip olan doku birimidir. Flepler; travma, ablatif cerrahi veya konjenital malformasyon gibi nedenler ile oluşan doku defektlerinin düzeltilmesi için sıklıkla kullanılmaktadırlar. Son yıllarda flep cerrahisi tekniklerdeki ilerlemelere rağmen flep kaybı hala ciddi bir morbidite nedenidir. Flep kayıpları çoğunlukla iskemi veya geçici iskemi ve sonrasında oluşan reperfüzyon nedeni ile olmaktadır. İskemi yetersiz kan akımı olması nedeni ile dokulara oksijen ve vital besin maddelerinin taşınamaması ve bu nedenle normal hücresel metabolizmasının sağlanamaması ile karakterize vasküler bir olaydır. Dokuları, geçici oksijen ve besin eksikliğine bağlı hücre ölümünden korumak için dolaşımın yeniden sağlanması(reperfüzyon) gereklidir. İskemi sonrası reperfüzyon olduğunda ise serbest oksijen radikalleri, sitokinler ve adhezyon moleküllerinin ekspresyonunun artması ve apoptoz olması gibi nedenler ile doku hasarı olmakta ve buna iskemi-reperfüzyon(I-R) hasarı denilmektedir.Tüm hücreler; hipoksi, glukoz azalması, ısı gibi geçici çevresel stres faktörleri ile karşı karşıya kaldıklarında bu duruma defans geliştirirler ve daha sonra oluşan strese daha dayanıklı hale gelirler. Hücreleri, geçici çevresel stres faktörlerine maruz bırakarak daha sonrasında oluşacak ölümcül strese dayanıklı hale getirmek ve bu sayede doku yaşayabilirliğini arttırmak için yapılan işlemlere önkoşullama(precondition) denilmektedir. Bir doku veya organda oluşturulan ölümcül olmayan geçici iskeminin başka bir doku ve organı daha sonra oluşacak ölümcül iskemiye karşı koruyabileceğini gösterilmiştir ve duruma uzak iskemik önkoşullama(remote ischemic precondition(RIPC)) adı verilmiştir. RIPC koruyucu etkisini oluşturan maddeler hedef doku/organlara kan ve sinirler yolu ile taşınmaktadır. Dickson ve arkadaşları yaptıkları çalışmada RIPC yapılan tavşanların tam kanını başka bir grup tavşana aktararak RIPC koruyucu etkisinin tavşanlar arasında tam kan nakli ile taşınabileceğini göstermişlerdir. Kanda bu koruyucu etkinin taşınmasına olanak sağlayan 3.5 kDa ile 30 kDa arasında hidrofobik özellikte protein yapıda ve doku spesifitesi göstermeyen bir veya birden fazla madde olduğu düşünülmektedir fakat hala bu madde veya maddeler tam olarak belirlenememiştir.
Bu projede amacımız uzak iskemik ön koşullamanın (RIPC) koruyucu etkisini oluşturan maddelerin serum yolu ile farklı bireyler arasında taşınabileceğini ve farklı bireydeki flep yaşayabilirliğinin arttırılabileceğini göstermektir.
Proje Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi, Patoloji, Biyoistatistik ve Nükleer Tıp Anabilim Dallarında ile Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Farmakoloji ve Fizyoloji Anabilim Dallarında çalışan araştırmacılar tarafınca gerçekleştirilecektir. Projenin süresi 18 ay olarak öngörülmüştür. Projenin ratlar üzerinde yapılması planlanmış ve flep modeli olarak Mcfarlane’nin tanımladığı rat sırtında oluşturulan random patern deri flebi modeli seçilmiştir. RIPC yapılan ratların kan serumlarının farklı ratlara sistemik veya lokal (doğrudan flep üzerine intradermal) uygulanması ile flep yaşayabilirliğinin arttırılması ve bu şekilde RIPC koruyucu etkisinin bireyler arasında serum nakli ile taşınabileceğinin gösterilmesi planlanmaktadır. RIPC yapılan ve yapılmayan ratların kanlarında HO-1, iNOS ve eNOS enzim miktarları tespit edilecek ve kontrol grubu ile karşılaştırılacaktır. RIPC yapılan ve yapılmayan ratların serumunlarının sistemik ve lokal uygulanmaları sonrası fleplerde oluşan nekroz oranları makroskopik ve sintigrafik olarak tespit edilip karşılaştırılacak ve ayrıca dokulardaki apoptoz, otofaji , HO-1 ve Nrf2 miktarları immünohistokimyasal olarak, makrofaj dansitesi, fibroblast proliferasyonu, anjiogenez, reepitelizasyon ve subepitelyal nötrofil sayısı histolojik olarak tespit edilip gruplar arasında karşılaştırılacaktır. Gruplardaki biyokimyasal, immünohistokimyasal, histopatolojik, sintigrafik veriler ve flep nekroz oranları Kruskal-Wallis testi ile karşılaştırılacaktır. p< 0.05 istatistiksel olarak anlamlı olarak kabul edilecektir.
Projemiz RIPC’in koruyucu etkisinin bireyler arasında serum ile taşınabilmesi konusunda yapılan ilk çalışma olacaktır. RIPC’in deri flebi üzerindeki koruyucu etkisinin bireyler arasında taşınabilmesi konusunda yapılan ile çalışma olacaktır. RIPC koruyucu etkisinin serumun hedef dokuya lokal uygulanması ile de taşınabileceği konusunda yapılan ilk çalışma olacaktır.
Non invaziv sekilde oluşturulabilen ve birçok organda iskemi-reperfuzyon hasarına karşı koruyucu etkisi olduğu gösterilmiş olan RIPC’in nasıl koruyucu etki oluşturduğu tam olarak açıklanamamış olsa da yapılan çalışmalar RIPC ile oluşan protein yapıdaki bazı maddelerin kan yolu ile uzak organlara ulaşıp o organların I-R hasarından korunmasına neden olduğunu göstermiştir. Bu proje sonucunda kan serumu aracılığı ile bu koruyucu maddelerin taşınabileceği gösterilebilir ve bu sonuçlar klinik çalışmalar ile de desteklenir ise RIPC yapılmış gönüllü kişilerin kan serumları toplanıp saklanabilecek ve dokularda iskemi oluşturan flep cerrahisi gibi planlı ameliyatlarda ile uzuv kopması, myokart enfarktüsü gibi acil durumlarda bu serumlar hastalara transfüze edilerek iskemiye maruz kalan dokuların korunmasının sağlanabileceği terapilerin geliştirilebilecektir.
RIPC koruyucu etkisini kan yolu ile naklini sağlayan madde veya maddelerin tespit edilmesi yine iskemiye maruz kalacak dokuların korunmasına olanak olacak terapilerin geliştirilmesini sağlayacaktır. iNOS, eNOS ve HO-1, RIPC koruyucu etkisinin oluşması ve taşınmasından sorumlu olabilecek maddelerdir. Bu projede iNOS, eNOS miktarının kanda, HO-1 miktarının kan ve dokudaki değişimleri ve HO-1 üretiminin artmasından sorumlu olan Nrf2 miktarının dokudaki değişimleri tespit edilecek ve bu sonuçlar RIPC ve HO-1, iNOS ve eNOS ilişkisi ile ilgili ileride yapılması planlanan yeni bir projenin oluşturulmasında kullanılacaktır.
Meriç-Ergene Havzasında Toprak, Atmosferik Birikim ve Biyoindikatör Örneklerinde Kalıcı Organik Kirleticilerin Tespiti |
Prof. Dr. Asude HANEDAR |
TÜBİTAK |
03.02.2014 |
25.10.2016 |
Meriç-Ergene Havzası, Marmara Bölgesi’nde, doğuda İstanbul il sınırı ile başlayan ve batıda Bulgaristan ve Yunanistan ülke sınırları ile biten alanı kapsamaktadır. Denize kapalı olan havzanın toplam alanı 11.325 km2’tir ve 67 alt havzadan oluşmuştur. Önemli bir kısmı tarım arazilerinden oluşan ve Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli illerini kapsamına alan havzanın, ulaşım avantajları, yeraltı suyunun bolluğu, coğrafyasının elverişli olması gibi nedenlerle özellikle 1990’lı yılardan sonra Tekirdağ ili ve Çorlu-Çerkezköy-Velimeşe hattı başta olmak üzere yoğun bir sanayileşmenin merkezi haline gelmiş ve bunun sonucu olarak da bölgede yoğun bir kirlenme ile karşı karşıya kalınmıştır. Havzada genel olarak tarım önemini korumakla birlikte, yanlızca Tekirdağ ilinde ağırlığı tekstil, kimya, metal-otomotiv ve gıda sektörlerinin oluşturduğu yaklaşık 1.300 adet sanayi tesisi mevcuttur. Ergene Nehri’ndeki antropojenik kaynaklı kirlenme, son yıllarda gerek bölge halkı gerekse yönetim düzeyinde oldukça dikkat çekici hale gelmiş ve havzanın iyileştirilmesi ve yaşanabilir hale getirilebilmesi için özellikle 2000’li yıllarda oldukça önemli adımlar atılmıştır. Bu kapsamda T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından 2011 yılı Ekim ayında Ergene Nehri’nin planlı ve çözüm odaklı rehabilitasyonunu konu alan ve “Şafak Harekatı” adı verilen eylem planı ile nehir ve havza, gündemdeki haklı yerini almış ve alınan önlemler sıkılaşmıştır.
Kalıcı organik kirleticiler (KOK) kapsamındaki Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH), Poliklorlu Bifenilller (PCB) ve Organaklorlu Pestisidler (OCP), fotolitik, kimyasal ve biyolojik bozunmaya karşı direnç göstermeleri nedeniyle doğaya salındıklarında olağandışı uzunlukta zaman süreleri boyunca ayrılmadan kalan, suda çözünürlüklerinin düşük olması, ancak lipid dokularda yüksek çözünürlüğe sahip olmaları gibi özellikleri nedeniyle insan dahil canlı organizmaların yağ içeren dokularında birikim yapabilen, birçoğu yarı uçucu organik maddelerdir. İnsan, hayvanlar ve diğer organizmalar, KOK’lara pek çok durumda nesiller boyu sürebilen uzun zaman süreleri boyunca maruz kalmakta, sonuç olarak hem akut, hem de kronik toksik etkiler meydana gelmektedir. Ayrıca, doğal ve ya antropojenik kökenli bu organik bileşikler, besin zinciri aracılığı ile insanlara geçmekte, anneden çocuğa aktarılmakta, bağışıklık, sinir ve üreme sistemi üzerinde önemli etkilere neden olmakta ve kansere yol açtıklarından şüphelenilmektedir. Literatürde, bu gruptaki kirleticilerin konsantrasyonları ve ya birikimlerinin tespiti ile ilgili gerek endüstriyel ve yerleşim alanları gerekse tarımsal alanlar ve hatta kırsal ve uzak alanlarda yapılmış pek çok çalışmaya rastlamak mümkündür. Bu tespit çalışmaları neticesinde elde edilen veriler kullanılarak kirletici ile ilgili veri tabanları oluşturulmakta, bilimsel ve yönetimsel düzeyde pek çok çalışmada baz olarak kullanılmaktadır. Bu kirleticiler aynı zamanda 2001 yılında ülkemiz tarafından da imzalanan “Stockholm Sözleşmesi” ne konu olan kirleticilerdir ve ülkemizde bu kapsamda yürütülen uygulama planlarındaki hedeflerden biri de kirleticilerle ilgili envanterlerin hazırlanmasıdır. Ülkemizde, KOK grubundaki parametreler ile ilgili sınırlamalar, yeni yürürlüğe giren yönetmeliklerle de belirlenmiş olmasına rağmen, bu bileşiklerin farklı matrislerde ölçümü ile ilgili kısıtlı sayıda çalışma mevcuttur ve bu durum, bu gruptaki kirleticilerin yönetimini ve yönetmeliklerin gereklilikleri doğrultusunda uygulamaları da zorlaştırmaktadır. Projede, çalışma alanı olarak belirlenen Meriç-Ergene Havzası’nda şimdiye kadar organik kirleticiler, birikimi ve dağılımı ile ilgili yapılmış hiçbir çalışma rastlanmamıştır.
Çalışmada USEPA tarafından öncelikli kirleticiler listesinde bulunan 17 adet PAH türü; Avrupa’da çevresel maruziyeti değerlendirmek için izlenen ve “Dutch 7” olarak gösterilen bileşikleri de içeren 15 adet PCB konjeneri; ve DDT, HCH ve metabolitleri, Aldrin, Endrin gruplarını da içeren 17 adet OCP türü havza kapsamında yoğun endüstriyel alan, endüstriyel alan+yerleşim alanı, tarım alanı ve taşınım vb. kaynaklar dışında başka bir kaynaktan etkilenmeyeceği düşünülen arkaplan olmak üzere 4 bölgede, 3’er örnekleme noktasında (toplam 12 noktada), 1 yıl süresince 4 mevsimi temsil edecek aylarda yapılacak örnekleme çalışması ile her örnekleme peryodunda aynı noktadan olmak üzere toprak numunelerinde, biyoindikatör olarak belirlenen çam iğnesi numunelerinde ve toplam atmosferik birikim örneklerinde tespit edilecektir. Toplanan numuneler, uygun metodlarla ultrasonik ekstraksiyona tabi tutulacak ve kolonla ön temizleme işleminden sonra GC/MS cihazında analiz edilecektir. Toplanan numunelerin ön işlemleri Namık Kemal Üniversitesi Çorlu Mühendislik Fakültesi laboratuarlarında gerçekleştirilecek ve kromotografik analizler İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği laboratuarlarında yapılacaktır.
Sistematik bir biçimde planlanmış olan saha ve laboratuar çalışmaları ile sözkonusu organik kirleticilerin örneklenmesi ve analizi gerçekleştirilecek ve elde edilen verilerle bölgede ilk kez olmak üzere KOK kirleticileri ile ilgili veri tabanı oluşturulacak, veriler zamana, lokasyona ve örnekleme matrisine bağlı olarak değerlendirilecek, kirlilik haritaları oluşturulacak, kaynak katkı dağılımının tespitine yönelik modelleme programı uygulanacak ve elde edilen verilerden yola çıkılarak kirletici toksizite değerleri ile ilgili hesaplamalar yapılacaktır. Aynı zamanda matrislerin birbiri ile karşılaştırlması ve kirletici birikim akılarının tespiti de çalışmanın literatüre katkı sağlayacak diğer bilimsel çıktıları olacaktır.
Kurgulanan projenin ulusal ve uluslararası bilgi birikimine vereceği katkının yanında, gerek halk sağlığı gerekse yönetsel düzeyde envanter, veri tabanı oluşturulması ve karar mekanizmalarının geliştirilmesi açılarından faydalı çıktılarının olması beklenmekte ve yürütücü ve araştırmacı sıfatıyla gelişmekte olan üniversitelerde istihdam edilen genç bilim insanlarına destek sağlamak bağlamında ülkenin mali ve beşeri kaynaklarının yerinde ve sürdürülebilir kullanımına da hizmet edeceği düşünülmektedir.
Kapsaisinin Biberde (Capsicum annuum L.) Çimlenme, Çıkış ve Bitki Gelişimine Etkisi |
Prof. Dr. Levent ARIN |
TÜBİTAK |
29.09.2014 |
21.03.2016 |
Bu çalışma; Capsicum türlerinin ana acılık maddesi olan kapsaisinin farklı dozlarının (0,0, 0,1, 1,0, 10,0, 25,0, 50,0, 100,0 ve 200 ppm), tohum ve fide uygulamalarıyla biberde (Capsicum annuum L.) çimlenme/çıkış, fide gelişimi ve verim ile ilgili parametreler üzerine etkisini belirlemek amacıyla yürütülmüştür. Çalışmada bitkisel materyal olarak Bağcı (Çarliston) ve Burdem (Sivri) çeşitlerine ait tohum ve fideler kullanılmıştır. Çimlenme/çıkışa ait parametrelerde; her iki çeşide ait depolama öncesi ve sonrası çimlenme/çıkış oranı ve vigor indeks en yüksek 0,1 ppm dozunda belirlenmiştir. Ayrıca 0,1 ppm dozu tohumların çıkış sürelerini kısaltma yönünde etki yapmıştır. Fide ile ilgili parametrelerde; fide boyu, fide çapı, kök kuru ağırlığı ölçümlerine ait en yüksek değerler 1,0 ppm dozu uygulanan fidelerde ölçülmüştür. Verim ile ilgili parametrelerde; 0,1 ppm kapsaisin ile muamele edilen fideler daha kısa sürede çiçeklenme göstermiştir (Bağcı 39,90 gün, Burdem 38,30 gün). Bağcı çeşidinde Bitki başına erkenci verim (0,43 kg) ve bitki başına meyve sayısı (92,63 adet) bakımından en yüksek değerler 0.1 ppm dozundan elde edilmiştir. Burdem çeşidinde, bitki başına verim (0,89 kg), meyve sayısı (100,10 adet) ve erkenci verim (0,19 kg) en yüksek 50,0 ppm uygulamasında görülmüştür. Çalışma sonuçları değerlendirildiğinde 0,1 ppm kapsaisin ile muamele edilen tohumlar kontrolden daha erken ve daha yüksek çimlenme ve çıkış göstermektedir. Depolama öncesi uygulama gören tohumlar da çimlenme/çıkış oranında dramatik düşüşler görülmemiştir. Bu açıdan depolama öncesinde tohumların kapsaisin ile muamele edilerek muhafaza edilebileceği sonucu elde edilmiştir. Fide uygulamalarında 1,0 ppm kapsaisin uygulanan fidelerden kontrole göre daha iyi sonuçlar elde edilmiştir. 0,1 ppm ve 50 ppm kapsaisin uygulanmış fidelerin erkenci veriminin daha yüksek olduğu belirlenmiştir.
Tsh Reseptöründeki Mutasyonlarin Tayini İçin Elektrokimyasal Biyosensör Sistemleri Geliştirilmesi Ve Uygulamalari |
Prof. Dr. Mustafa Kemal SEZGİNTÜRK |
TÜBİTAK |
01.06.2010 |
01.06.2011 |
Bir Akciğer Kanseri Biyomarkeri, Haptoglobin, Tayinine Yönelik Elektrokimyasal Temelli Biyosensör Sistemlerinin Geliştirilmesi Ve Uygulamalari |
Prof. Dr. Mustafa Kemal SEZGİNTÜRK |
TÜBİTAK |
01.09.2012 |
01.09.2013 |
Sinkronize edilen farklı hücre tiplerinin canlılık ve hücre siklus analizleri |
Prof. Dr. Sezen ARAT |
TÜBİTAK |
15.03.2013 |
15.03.2014 |
Nükleer transfer (NT) sonucu bir canlının klonlanması yani genetik kopyasının olusturulması
modern biyoteknolojinin günümüzdeki en ileri noktası ve yardımcı üreme tekniklerinin en
gelismisidir. Bu teknoloji üstün genetik yapıya sahip veya hastalıklara dirençli bireylerin
sayısını artırmak için kullanılabilecegi gibi aynı zamanda sayıları gittikçe azalan lokal ırkların
yok olma sınırından kurtarılması içinde kullanılabilecektir. Ancak ilk klonun üretilmesinden bu
yana birçok çalısma yapılarak teknoloji iyilestirilmeye çalısılmıs olsa da basarı yüzdesi halen
istenilen seviyede degildir. Klon embriyosu ölümlerinin vücut hücrelerinin yetersiz geri
proglamlanmasının sonucu olan dengesiz gen ekspresyonlari sebebiyle meydana geldigi
yaygın bir kanıdır. Donör nükleusun yeniden programlanmasında gerçeklesen bazı hataların
klonlamadaki basarısızlıkların temel sebebi oldugu düsünülür. Hücre programlamasının ve
dolayısıyla klonlama basarısının anahtar faktörlerinden biri hücre ile oositin arasındaki
uyumdur. Bu nedenle NT?de en önemli basamak klonlanması istenen canlının hücresinin
istenilen siklus dönemine getirilmesidir. Projenin amacı farklı tür (sıgır, koyun, keçi, manda)
çiftlik hayvanından elde edilen farklı tipteki hücrelerin (deri fibroblastı, kas hücresi, kıkırdak
hücresi, granulosa hücresi) degisik yöntemler kullanılarak (serum açlıgı, kontak inhibisyon ve
roskovitin) hücre siklusunun istenilen dönemine getirilmesini saglamak, yöntemlerin hücre
üzerinde meydana getirebilecegi muhtemel zararlı etkileri belirlemek, en iyi sonuç veren ve en
zararsız yöntemi tespit etmektir. Sinkronizasyon deneyleri sonucunda hücreler flow sitometre
ile canlılık, apoptozis, nekrozis ve hücre siklusu için analiz edilmistir. Bu çalısma sonucunda
dört hayvan türünde klonlama çalısmalarında en az bir kez kullanılmıs ve canlı dogum ile
sonuçlanmıs dört farklı hücre tipi için en yüksek G1/G0 oranı veren ve hücrelere en az zararlı
olan bir veya birkaç hücre sinkronizasyon seçenegi belirlenmistir. Bu çalısma simdiye kadar
bu kadar farklı hücre tipinde farklı sinkronizasyon yöntemlerinin denendigi ve aynı zamanda
bu yöntemlerin hücre üzerindeki zararının analiz edildigi ilk çalısmadır. Ayrıca genetik
kaynakların koruma programları kapsamına alınan dondurulmus hücre bankalarında
saklanacak hücrelerde düsünülerek tüm uygulamalar hem taze hemde donmus hücre
kültürlerinde karsılastırmalı olarak yapılmıstır
İyi-Tanımlanmış ve Biyobozunur Poli(etilen glikol) Hidrojellerin Sentezi |
Doç. Dr. Nergi̇z CENGİZ |
TÜBİTAK |
15.07.2015 |
15.07.2017 |
Projede epoksi kimyası kullanarak iyi-tanımlanmış, biyobozunabilir ve işlevsellendirilebilir hidrojeller sentezlenecektir. Bu amaçla, son gruplarında epoksi gurubu olan kırılabilir PEG bazlı polimerler değişik zincir uzunluğundaki polietilen glikol (PEG) polimerler kullanılarak sentezlenecektir. Daha sonra, kırılabilir epoksi fonksiyonel PEG polimerler hidroksil çapraz bağlayıcılar ile çapraz bağlanarak iyi-tanımlanmış, biyobozunur hidrojeller elde edilecektir. Hidrojel matrise fiziksel etkileşimle model ilaç molekülleri yüklenerek kontrollü ilaç salınım salınım sistemlerinde kullanılabilirliği araştırılacaktır. Hidrojellerdeki kırılabilir bağların koparılması hidrojellerin çözündürülmesini sağlayacak ve ilaç salınımı gerçekleşecektir. Hidrojellerin ilaç salınım profilleri spektroskopik yöntemlerle incelenecektir. Jelleşmeden sonra reaksiyona girmeden kalan epoksi grupları amin ya da tiyol grubu içeren model biyomoleküllerin hidrojele sabitlenmesinde kullanılacaktır. Jelleşmeden sonra oluşan sekonder hidroksil gruplarının işlevsellendirilebilirliği model boya molekülleri ile gösterilecektir. Sentezlenecek polimer ve hidrojeller, 1H ve 13C NMR, Reometri, UV Spektrofotometresi, Floresan Mikroskop, Taramalı Elektron Mikroskobu, Fourier Dönüşüm Kızılötesi Spektroskopisi ve Jel Geçirgenlik Kromatografisi ile karakterize edilecektir.
KLASİK VE MOLEKÜLER ISLAH YÖNTEMLERİ KULLANILARAK, OLEIK ASIT IÇERIĞI YÜKSEK VE OROBANŞ (Orobanche cumana Wallr.)’A DAYANIKLI AYÇIÇEĞI (Helianthus annuus L.) HATLARININ GELİŞTİRİLMESİ |
Prof. Dr. Behi̇ye Banu BİLGEN |
TÜBİTAK |
15.04.2015 |
15.04.2018 |
Türkiye yağlı tohum üretimi yeterli olmayıp, bu açık yüksek oranda döviz ödeyerek (2013 yılında 3 milyar $), tohum veya ham yağ ithalatıyla giderilmektedir. Bu nedenle, ülkemizin bitkisel yağ üretimini arttırmaya yönelik çalışmalar, stratejik ve ekonomik açıdan son derece önemlidir. Ayçiçeği yağı normalde linoleik asitçe zengin olup, dünyada ve ülkemizde bu tür ayçiçeği yetiştirilmektedir. Ancak önemli ayçiçeği üreticisi ülkelerde, üretimi ve tüketimi giderek artan, oleik asidi yüksek (% 80 üzeri) ayçiçeği yetiştirilmektedir. Ayçiçeği yağının sağlık açısından kalitesinin bir göstergesi olan orta ve yüksek oleik tip ayçiçeği üretimi ve tüketimine, son yıllarda dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir yönelme söz konusudur.
Ayçiçeğinde verim ve kalitesini sınırlandıran en önemli faktörlerden orobanş parazitinin yeni ırkları, ülkemizde özellikle ayçiçeği ekim alanlarının % 70’ine sahip Trakya-Marmara bölgesinin tamamında ve son yıllarda ayçiçeği ekiminin giderek arttığı Çukurova ve Karadeniz bölgesinde görülmektedir. Bu nedenle, yeni geliştirilecek ayçiçeği hibritlerinin orobanşa dayanıklı olması mutlak gereklidir.
Halen ülkemizde yüksek oleik ve orobanşa dayanıklı tescilli yerli bir ayçiçeği hibriti mevcut olmayıp, bugüne kadar moleküler markörlerin kullanımıyla çeşit geliştirme konusunda bir araştırma da yapılmamıştır. Bu doğrultuda, klasik ve moleküler ıslah çalışmalarını birlikte kullanarak, ülkemiz şartlarına uygun, orobanşın yeni ırklarına dayanıklı oleik tip çeşitler geliştirip dışa bağımlılığı azaltmayı hedefleyen bu proje önerisi, Ar-Ge sistematiği yönüyle özgün değere sahip olup, yaygın etkisi ve ülkemiz ekonomisine katma değeri oldukça fazla olacak çalışmalar içermektedir.
Projede, Trakya Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nce (TTAE) yürütülen Ülkesel Ayçiçeği Hibrit Islahı projesinde klasik ıslah yöntemleriyle geliştirilmiş mevcut orobanşa dayanıklı, üstün verim performansına sahip hatlara, oleik asit genleri (Ol) aktarılacaktır. Homozigot bireyler, bu genlere özgün moleküler markörler kullanılarak etkin bir şekilde belirlenecektir. Böylece yeni hatlar hem orobanşa dayanıklı, hem de oleik asit açısından homozigot hale getirilecektir. Çeşit geliştirme çalışmaları TTAE’de, yağ asitleri analizleri ve verim denemeleri Trakya Üniversitesi Bitki Islahı Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde (TÜ -BISAM), oleik tip ve orobanşa dayanıklılık moleküler markör çalışmaları Namık Kemal Üniversitesi’nde üniversite-kamu ıslahçısı işbirliğiyle gerçekleştirilecektir.
Proje; 1003 Öncelikli Alanlar Destekleme Programı “ GD0105-” “Yağ bitkileri çeşit ıslah programlarının oluşturulması başlığı çerçevesinde - Orobanşa dayanıklı, yüksek oleik asitli ayçiçeği hatlarının ve çeşitlerinin geliştirilmesi” amaç ve hedefine yönelik olarak hazırlanmıştır. TÜBİTAK Vizyon 2023 Bilim ve Teknoloji Stratejileri Projesi’nde en öncelikli sıradaki “Klasik ıslah ve biyoteknolojinin kombinasyonu ile yeni genotipler geliştirme” ve “Ayçiçeği üretiminin %75'inin yerli hibrit çeşitlerle yapılması” hedefleri doğrultusunda, proje süresince ve projeyle elde edilecek kazanımlarla proje sonrasında, moleküler markörlerden yararlanarak, Ülkesel Ayçiçeği Projesi’nde daha kısa zamanda ve istenilen özelliklerde çeşit geliştirme imkânı sağlanacaktır.
Konotrunkal Anomalilerin Array-CGH ile İncelenmesi |
Yrd. Doç. Dr. Hati̇p AYDIN |
TÜBİTAK |
15.04.2015 |
15.04.2017 |
Konotrunkal kalp malformasyonları Fallot tetralojisi, pulmoner kapak yokluğu, çift çıkışlı sağ ventrikül, trunkus arteriozus kommunis, ventriküler septal defekt ile seyreden pulmoner atrezi, büyük arterleri transpozisyonu and aortik ark anomalilerini içerir. Konjenital kalp defektlerinin üçte biri veya dörtte birini oluştururlar. Konotrunkal kalp anomalilerinin yapısal ve submikroskopik kromozomal anomalilerle ilişkili olduğu bilinmektedir. Özellikle izole konotrunkal anomalilerin %30’da (Flöresan in situ hibridizasyon ile, FISH) 22q11.2 mikrodelesyonu saptanmaktadır. Ancak FISH ile 22q11.2’de delesyonun olmayanların etyolojisi genellikle açıklanamamıştır. Klasik sitogenetik yöntemlerde yaklaşık 5Mb’lık değişimler gözlenebilirken FISH ve diğer moleküler sitogenetik yöntemlerle daha ayrıntılı genomik incelemeler yapılabilmektedir. Moleküler sitogenetik yöntem hedefe yönelik olması nedeniyle dengesiz kromozom anomalilerinde kısıtlı kalmaktadır. Nükleotid düzeyindeki genomik değişimlerin anlaşılması için ileri teknolojik yöntemlerin kullanımı gerekmektedir. Array komperatif genomik hibridizasyon (Array-CGH), submikroskopik DNA kopya sayısı değişikliklerini haritalamada ve tespit etmede, ayrıca genom üzerinde bulunan submikroskopik değişimlerin tanınmasına olanak veren yüksek çözünürlükte bir teknolojidir. Yüksek rezolüsyonlu array-CGH konotrunkal defektlerin moleküler temelleri ve etyolojisinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu amaçla altta yatan genetik nedenin daha iyi anlaşılması için konotrunkal kalp anomalilerinde yüksek rezolüsyonlu Array-CGH kullanmayı planladık. Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genetik Tanı Merkezi’ne başvuran konotrunkal kalp defekti tanısı almış, yapısal kromozomal anomalisi olmayan ve FISH ile 22q11.2 delesyonu olmayan 200 hastayı onamlarını alarak çalışmaya ekleyeceğiz. Array-CGH yöntemi ile DNA örnekleri çalışılarak, elde edilen veriler yazılımlar kullanılarak analizleri yapılacak ve sonuç değerlendirilecektir. Elde edilecek sonuçlarla yeni genotip ve fenotip korelasyonlarının sağlanması, yeni gen fonksiyonu tanımlamaları ve geni bilinmeyen durumlar için aday gen yaklaşımının oluşturulmasını ön görmekteyiz.
Crocus L. Cinsi Flavi Serisi Taksonlarının Moleküler Sistematik Analizi ve Filogenetik İlişkileri |
Arş. Gör. Levent CAN |
TÜBİTAK |
15.09.2015 |
15.09.2016 |
Crocus L. cinsi günümüzde iki seksiyon (Crocus seksiyonu ve Nudiscapus seksiyonu) ve 17 seri ile sistematik olarak temsil edilir. Toplamda 216 takson barındıran bu cinsin son revizyonu Mathew tarafından 1982 yılında yapılmıştır ve bu taksonların 98 adedi 1982 yılından sonra yayınlanmıştır. Bu 98 yeni taksonun ise 79 adedi Türkiye endemiği olması, cinsin %50'den fazlasının ülkemize endemik olduğunu göstermektedir. Ancak, özellikle son yıllarda yayınlanan çok sayıda taksonun teşhis anahtarı olmadan tanıtılması tüm cins sınıflandırmasının ve filogenisinin anlaşılmasında zorluklar yaşatmıştır.
Bu çalışmanın kapsamında Crocus cinsi Flavi serisi altında yer alan taksonlar ele alınmıştır. Söz konusu seri altında 15 takson yer almaktadır ve bunların 10 adedi Türkiye'ye endemik olup, endemizm yüzdesinin %66 olduğunu göstermektedir. Flavi serisi taksonlarının diğer serilere ait bitkilerden farkları korm tuniklerinin membransı ve paralel fibrillere ayrılmaları, ve stiluslarının çok dallı olmaları olarak belirtilebilir. Bu proje önerisi kapsamında Crocus cinsi Flavi serisinde sınıflandırılmış olan 'soğanlı bitki' taksonlarının akrabalık ilişkileri, tür ve alttür durumları moleküler sistematik yöntemleri ile incelenmiştir. Bu inceleme için çekirdek DNA kısmında bulunan “internal transcribed spacer” (ITS), “external transcribed spacer” (ETS) ve TOPO6 markır bölgeleri çoğaltıldıktan sonra dizilenmiş, dizilenen DNA bölgeleri düzenlenmiş, RAxML, MrBayes ve SplitsTree4 programları ile analiz edilmiştir.
Yapılan çalışmada ETS ve TOPO6 markır bölgelerinin bitki barkodlama teknikleri için uygun bölgeler oldukları görülmüştür. ETS markır bölgesinin analizi sonucunda, projenin sorularından olan Crocus adanensis ve C. paschei türlerinin gerçekte tek türe ait büyük bir populasyon mu yoksa gerçekten iki farklı tür mü sorununa cevap verir niteliktedir. Aynı şekilde Yunanistan anakarasındaki C. olivieri subsp. olivieri örneği ile Anadolu C. olivieri subsp. olivieri örneği; C. antalyensis ile C. flavus tür gruplarının filogenetik ilişkileri konusunda sonuçlar yorumlanmıştır. Bu sonuçları TOPO6 markır bölgesinden elde edilen verilerinde destekleyici sonuçlar sunması, yapılan tahminleri desteklemektedir.
İlaç Taşıma Sistemleriyle Kolona Hedeflendirilen Boswellic Asit ve Ellagic Asit'in Antiinflamatuvar ve Antioksidan Etkinliklerinin Araştırılması |
Doç. Dr. Mustafa YİPEL |
TÜBİTAK |
15.04.2016 |
15.10.2017 |
Ülseratif kolit; etiyolojisinde oksidatif stres, genetik etki, immunolojik anormallikler ve çevresel ajanların rol aldığı, patogenezi tam olarak aydınlatılmamış kronik yangısal bir bağırsak hastalığıdır.
Dünyada etnotıp ve etnoveteriner hekimlikte yangısal bağısak hastalıklarında halk tarafından yaygın olarak kullanılan Boswellia Serrata bitkisinin ana biyoaktif bileşeni Asetil 11-keto-β-Boswelik Asit (AKBA), antioksidan, antitümöral ve antiinflamatuar özelliklere sahip pentasiklik triterpenoid bir bileşiktir. Güçlü bir antioksidan olarak bilinen Elajik asit (EA) ise ülkemizde de yetiştirilen nar gibi bazı meyvelerde doğal olarak bulunan bir fenolik bileşiktir ve çeşitli yangısal hastalıklar ile kanserlere karşı tedavi edici etkinliği olduğu bildirilmiştir.
Proje önerisinde yer alan bitkisel kökenli biyoaktif maddeler süksinillenen düşük molekül ağırlıklı kitosan ile 1:1 mol oranında karıştırılarak kolona hedeflendirildikten sonra liyofilize edilerek deney hayvanlarına gavajla uygulanacaktır. Hedeflendirme işleminin başarısını ortaya koymak için in vitro şişme ve salım deneyleriyle, polimer yapısı ve etken maddeyle interaksiyonunun belirlenmesi amacıyla Element analizi, FT-IR (Fourier Dönüşümlü Kızılötesi Spektroskopisi), DSC (Diferansiyel Taramalı Kalorimetre), XRD (X-Işını Difraksiyonu), SEM (Taramalı Elektron Mikroskopu) ve NMR (Nükleer Manyetik Rezonans Spektroskopisi) analizleri yapılacaktır.
Çalışmada her grupta 6 adet olmak üzere toplam 5 grupta 30 adet Wistar Albino ırkı erkek rat kullanılacaktır. Deney sonunda alınacak kolon dokularında oksidatif hasar ve antioksidan aktiviteyle inflamasyon durumunu ortaya koymak için spektrofotometrik olarak MDA, GSH, CAT ve GSHPx parametreleri, ELISA ile TNF-α, IL-1β, IL-6 ve Western Blot ile Cox-2, Nrf-2 ve Nf-kB ekspresyon düzeyleri belirlenecektir.
Sunulan projeyle ülkemizin 2023 hedefleri içerisinde yeralan Ar-Ge tabanlı ekonomik girdilerin artırılması, dışa bağımlılığın azaltılması ve bölgesel kalkınmaya katkı sağlanması amaçlanmaktadır. Bu amaç doğrultusunda her 3 kişiden birinde görülen yangısal bağırsak hastalıklarından korunmada kullanılan ve ülkemizde yaygın olarak yetiştirilen nar gibi meyvelerde temel biyoaktif bileşen olarak bulunan EA’nın kolona hedeflendirilip etkinliği araştırılarak ürünleşme potansiyelinin ortaya konması projenin hedeflenen temel çıktıları arasındadır.
Bu projenin amacı, ratlarda oluşturulan deneysel ülseratif kolit modelinde AKBA ve EA’nın kolona hedeflendirilerek hem koruyucu etkilerinin ortaya konması hem de hedef organda istenilen miktara daha düşük dozda etken madde kullanılarak ulaşılabilecek ve ortaya çıkabilecek yan etkilerin de minimum’a indirilecek olmasıdır.
HAVZA BİLGİ SİSTEMİ GELİŞTİRİLMESİ |
Prof. Dr. Günay YILDIZ TÖRE |
TÜBİTAK |
01.03.2016 |
13.02.2020 |
Proje Özeti
Öneriye sunulan Havza Bilgi Sistemi Geliştirilmesi Projesi ile bugüne kadar Türkiye’de uygulaması yapılmamış olan web tabanlı bir Karar Destek Sistemi (KDS)’nin Ergene Havzası için oluşturulması hedeflenmektedir. Havza için tasarlanan sistem temel olarak Bilimsel Görüntüleme ve Konumsal Haritalama Bileşeni, Dijital Kaynak Yönetimi Bileşeni ile Bütünleşik Modelleme ve Analiz Bileşeninden oluşmaktadır. Her bir bileşenin su kaynakları yönetimindeki karar vermeye olan katkısı yadsınamamakla beraber Modelleme ve Analiz konusunda yapılmış uygulamaların hemen hemen hiç bulunmaması projenin ağırlıklı olarak bu konuyu ele almasını gerektirmiştir. Proje kapsamında, Ergene Havzası çeşitli alt sistemlerden (hidrolojik sistem, kirletici kaynaklar vb.) oluşan bütünleşik bir yapı olarak düşünülerek hem fizik tabanlı modellerden hem de kara kutu ve gri kutu modellerden yararlanılacaktır. Ergene havzasında günümüze kadar ilgili kurumlarca yapılmış birçok çalışma bulunması sebebiyle bir takım önbilgilerin üretildiği bilinmektedir. Bu sebeple fizik tabanlı modellerle veriye dayalı modelleri mümkün olduğunca harmanlanacağı hiyerarşik modelleme yaklaşımının uygulanması hedeflenmektedir. Örneğin geliştirilecek fiziksel bir alt modelin parametreleri giriş-çıkış verileri ile fiziksel model birlikte kullanılarak kestirilebilecektir. Dolayısıyla yapılacak modelleme çalışmalarında gri kutu modelleme yaklaşımı oldukça önemli bir yer tutacaktır. Web tabanlı HBS’nin Modelleme ve Analiz bileşeni, veriler ve modeller arası bir ara yüz sağlayarak, modellerin tarihsel veya gerçek zamanlı veriler ile bağlantısı, model ve analiz-senaryo sonuçlarının görüntülenmesi ve paylaşımı, karar destek sisteminin ve uyarı mekanizmalarının desteklenmesini sağlayacaktır. Model ve havzanın ihtiyaç duyduğu önlemlere yönelik senaryo sonuçları tablo veya grafiksel olarak paylaşılacağı gibi rapor olarak da ilgili paydaşlara sunulacaktır. Karar vericilere önemli kolaylıklar sağlayan Harita Sistemi de birden fazla taban haritası (topografik, uydu, kentsel), konumsal dosya formatları (geoRSS, KMZ), grafik ve görüntüleme fonksiyonları ve analiz bileşenleri ile desteklenecektir. Geçmişe ait veriler de kalite kontrolden geçirilerek toplu halde web tabanlı HBS’ye aktarılacaktır. Gerçek zamanlı bu veriler kaynağa bağlı olarak (FTP, http veya web tabanlı servisler) sisteme entegre edilecek ve düzenli veri akışı sağlanacaktır. Sunucu tarafında verilerin kolay erişimi ve modellerin beslenmesi için coğrafi analizleri de destekleyen veri tabanı yönetim sistemi (PostgreSQL, MySQL veya SQLite) kullanılacaktır. Çalışma tamamlandığında sosyoekonomik açıdan her bir sektörün Ergene Havzasında bulunan su kaynakları üzerindeki talebi ve baskısı analiz edilerek ortaya konulacaktır.
Önerilen proje ile havzanın ihtiyaçlarına ve özelliklerine yönelik bir modelleme ağının tasarlanması temel amaç olarak görülmektedir. Bununla birlikte havza dâhilindeki kullanıcıların ve su kaynağı ile ilgili karar vericilerin çalıştırılan modellerin ve ortaya konulan senaryo analizlerinin sonuçlarını görüp daha iyi kavrayabileceği ve hızlı karar verme olanağı sağlayan bir web tabanlı HBS’nin kurulması su kaynakları yönetiminde önemli kolaylıklar sağlaması açısından projenin önemli bir adımı olarak görülmektedir. Farklı disiplinlerden gelen araştırmacı kadrosunun farklı bileşenlerin bütünleşik ve uyumlu bir şekilde modellenmesi ve sonuçların günümüzün olmazsa olmazı web tabanında sunumuna yönelik olan bu çalışmada bir araya gelmesi ile projenin başarıya ulaştırılmasındaki önemli güvencelerden biridir. Önerilen bu projenin diğer bir önemli özelliği de halihazırdaki Ergene Nehri Havza Koruma Eylem Planı’nı modelleme ve değişik senaryo analizleri (iklim değişikliği, havzalar arası su transferi vb.) konusunda tamamlayıcı niteliğe sahip olmasıdır.
Anahtar Kelimeler: havza yönetimi, havza bilgi sistemi, karar destek mekanizması, veri analizi ve kestirim
rGO/RuO2/PVCz, rGO/TiO2/PEDOT, rGO/MnO2/PTTh Sentezi, Simetrik Süperkapasitör Cihaz performansları ve Gerçek Devre uygulamaları |
Prof. Dr. Murat ATEŞ |
TÜBİTAK |
01.06.2017 |
01.06.2019 |
Önerilen proje kapsamında süperkapasitör cihaz yapımı ve uygulamasına yönelik yüksek spesifik kapasitans, yüksek enerji ve güç yoğunluğu ile uzun döngü ömrüne sahip indirgenmiş grafen oksit (rGO) temelli rGO/ Ruthenyum oksit (RuO2)/Polivinilkarbazol (PVCz), rGO/Titanyum (IV) oksit (TiO2)/poli(3,4-etilendioksitiyofen) (PEDOT) ve rGO/Mangan (IV) oksit/politertiyofen (PTTh) aktif elektrot malzeme sentezlenmesi amaçlanmaktadır. Süperkapasitör uygulamalar enerji talebine olan ihtiyacın çok fazla arttığı günümüzde, mevcut kaynakların tükenmesinin önüne geçebilmek için çevre dostu enerji depolama yöntemlerinden biridir. Kimyasal kararlılığı, asit veya baz çözeltilerde deneysel çalışma imkanı sunması gibi özelliklerinden dolayı karbon malzemeler (grafen, karbon nanotüp, karbon fiber, aktif karbon vb.) süperkapasitör cihaz üretiminde son derece önemlidir. Bu karbon malzemeler içinde grafen malzemesi iyi elektriksel iletkenlik, geniş yüzey alanı, kimyasal kararlılık, termal ve mekanik özelliklerindeki üstünlüklerinden dolayı öne çıkmaktadır. Grafen üretimi literatürde yoğun bulunmasına karşın indirgenmiş grafen oksit ile modifiye edilmiş özellikle RuO2, TiO2 ve MnO2 metal oksitleri ile katkılanmış PVCz, PEDOT ve PTTh iletken polimer nanokompozitleri ile dizayn edilmiş 3’lü elektrot aktif malzemesi içeren süperkapasitör cihaz üretimi ve cihaz performansı üzerine çalışma yoktur. Bu nanokompozitlerin ilk kez sentezlenecek olması ve seçilen malzemelerin süperkapasitör çalışmalarda en fazla elektrokimyasal performans gösteren malzemelerdeden oluşturularak dizayn edilmiş olması bakımından proje özgündür. Literatürde grafen oksit ve metal oksitlerin kombinasyonu ve hidrazin gibi insan sağlığı ve çevreye zararlı kimyasallarla indirgenmesine yönelik birçok çalışma mevcuttur. Ancak projemizde mikrodalga indirgeme yöntemiyle grafen oksitten, rGO eldesi ve rGO’in metal oksitlerle katkılanarak (RuO2, TiO2 ve MnO2) in-situ polimerleşme yöntemiyle PVCz, PEDOT ve PTTh ile polimerleşmesine yönelik çalışmaya literatürde rastlanmamıştır. İletken polimerlerin rGO/metaloksit kombinasyonu üzerine güçlü π-π bağları ile aralarındaki ara yüzey direncinin daha düşük olması literatürde mevcut rGO/metaloksit veya rGO/polimer kombinasyonlarından daha yüksek kapasitans, şarj-deşarj döngüsü, yüksek enerji ve güç yoğunluğu ile yüksek kararlılık göstereceği beklenmektedir. Projemizde kullanılacak olan metal oksitler ile grafen tabakalarının aglemerasyonu önlenerek kompozit malzemenin iletkenliğini arttırılmiş, buna ilave olarak kapasitans değerlerin daha da artmasına olanak sağlanmış olacaktır.
Yürütücü yaklaşık 8 ay UCLA Universitesi, Kimya ve Biyokimya bölümünde Prof. Dr. Richard B. Kaner’ın laboratuarında süperkapasitör cihaz üretimine yönelik postdoc çalışmalarında bulunmuştur. rGO gibi yüksek yüzey alanına sahip malzeme sentezi ve bunların metaloksit ve iletken polimer kombinasyonları sonucu aktif malzeme yapımı ve bu aktif malzemelerin özellikle 2 elektrotlu (burada maliyet düşünülerek paslanmaz çelik akım toplayıcı) kullanılması hedeflenmektedir. Uygun iyonal elektrolit (1 M HCl, 6 M KOH ve 1 M Na2SO4) kullanılması sonucu çok yüksek süperkapasitör performansa sahip hem pseudokapasitans hem de çift katmanlı kapasitans özelliğe sahip cihaz üretimi gerçekleştirilmiş olacaktır. Bu cihazların Ragon plot çizilerek literatürde daha önce bulunmuş diğer cihaz sonuçlarıyla ve piyasadaki yakın gerilimlere sahip süperkapasitörlerle gerçek devreler kurularak karşılaştırılması hedeflenmektedir. Ayrıca proje kapsamında üretilmesi hedeflenen rGO/RuO2/PVCz, rGO/TiO2/PEDOT ve rGO/MnO2/PTTh nanokompozitleri süperkapasitör cihaz yapımı uygulaması yanında yüksek iletkenlik, geniş elektroaktif yüzey alanı, biyo-uyumluluk ve elektrokatalitik aktiviteye sahip olmasından dolayı yakıt hücresi, güneş pili, biyosensör gibi farklı konularda proje yapılmasına olanak sağlayabilecek potansiyele sahiptir. Önerilen projede 2 yüksek lisans öğrencisi tezlerini tamamlayacak ve böylece genç araştırmacıların yetişmesine katkı sağlanabilecektir.
Global Çevresel ve Görsel Kalitenin Haritalanması |
Prof. Dr. Rüya YILMAZ |
TÜBİTAK |
09.01.2015 |
06.01.2016 |
Araştırmacılar peyzajların görsel ve çevre kalitesini değerlendirmek için yaklaşık son 50 yıldır, nicel yöntemler aramaktadır. Bu metrik, küresel ölçekte çevre planlama, tasarım, yönetim ve kullanımını değerlendirmek için kullanılabilir. Araştırmacılar, son 50 yıldır, peyzajın görsel ve çevresel kalitesini tahmin etmek ve değerlendirmek için niceliksel yöntemler araştırıyorlar.Bu konuyla ilgili geniş literatür başlangıçta, daha çok estetik özelliklere önem verirken, Burley (1997) gibi bazı yeni araştırmalarda, daha çok ekolojik, kültürel, ekonomik, yapısal vb. diğer değişken faktörler önem kazanmaya başlamıştır. Bu süre zarfında, tahmini, cevaplayıcı temelli modeller çevresel ve görsel kaliteyi ölçmek için geliştirilmiştir. Peyzaj özellikleri, çevresel / görsel kalitenin haritalarını oluşturmak için ölçülebilir ve kentsel peyzajlar da dahil olmak üzere peyzaj değerlerini ölçmek için bir metrik sağlıyor. Araştırmacılar çevreyle ilgili küresel haritalar ve kolektif dünya algılamaları üretmeye yöneliyor. Burley ve Yılmaz (2014) Yılmaz ve Burley (2013), ve Burley ve diğ., (2011) peyzaj değerlendirilmesinin kolektif ve istatistiksel olmasının daha uygun ve güvenilir sonuçları öngören denklemlerle, katılımcıların estetik, ekolojik, kültürel, fonksiyonel ve ekonomik belirleyicileri varyanslarının birlikte kullanılmasıyla elde edilebileceğini ortaya koymuşlardır. Burley (2006) aynı zamanda sonuçları açıklamak için bir dizi teoriler oluşturmuştur.
Deniz Dip Tarama Uygulamaları ve Tarama Malzemesinin Çevresel Yönetimi |
Prof. Dr. Süreyya MERİÇ PAGANO |
TÜBİTAK |
15.11.2013 |
01.12.2016 |
Liman, marina ve dere agızları gibi kıyı alanlarında zaman içerisinde biriken sediment tabakasının
taranarak bu yerlerin derinlestirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Deniz taraması sonucu çıkan
malzemenin insan aktiviteleriyle kirlenmis oldugu gerçegi göz önünde tutuldugunda, bu malzemenin
kontrolsüz sekilde denize bırakılması da kirletici faaliyet olarak nitelendirilmektedir. Ülkemizde bugüne
kadar tarama malzemesinin yönetimi konusunda karar vermeyi yönlendiren tek ulusal mevzuat olan
ÇED yönetmeligi, alıcı ortamın korunması konusunda yetersiz kalmaktadır; bosaltım için kirlilik sınır
degerleri ile alıcı ortam özellikleri ve izlenmesine yönelik kriterler belirtilmemistir. Liman ve marina
faaliyetlerin belirgin artıs gösterdigi son yıllarda, bu bölgelerdeki dip tarama ve bosaltım faaliyetlerinin
hangi kriterler çerçevesinde yönetilecegi konusunda önemli eksiklikler ve belirsizlik vardır. Bu
nedenlerle, kıyısal bölge dip tarama faaliyetlerinin sonucunda ortaya çıkan malzemenin (sediment) ne
sekilde bertaraf edilecegi (karada bertaraf ya da denizde bosaltım), bunun hangi kriterlere ve
yöntemlere göre yapılması ve yönetilmesi gerektiginin bilimsel esaslara dayalı olarak ortaya
koyulmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Önerilen bu çalısma, söz konusu eksiklerin giderilmesini ve Çevre
ve Orman Bakanlıgı tarafından hazırlanmakta olan “ulusal taslak” yönetmeginin temelini olusturacak
esaslar için gerekli veri ve bilgiyi, AB kriterlerini de dikkate alarak saglamayı hedeflemektedir. Bu
sürecin saglıklı bir sekilde isleyebilmesi için gerekli veri ve kantitatif bilgiler, literatürden (bilimsel
yayınlar, teknik raporlar) ve potansiyel tarama bölgelerinde yeni ölçüm ve analizlerle (sediment
toksistesi vb) saglanacaktır. Kıyı sularımızdaki mevcut ve yeni veriler, AB mevzuatı ile birlikte
degerlendirilerek dip tarama malzemeleri için ulusal bosaltım/bertaraf kriterleri belirlenecektir. Bu
kapsamda, üç boyutlu sediment tasınım model uygulamaları (pilot alanlarda) ve cografi bilgi sistemi gibi
araçlar ile denizlerimizde en uygun bosaltım, karada ise bertaraf alanları belirlenecektir. Ayrıca bosaltım
alanlarındaki potansiyel etkiler ile bu alanların izleme stratejileri olusturulacaktır. Tarama malzemesinin
sürdürülebilir yönetimi için geri kazanım ve faydalı kullanımına iliskin uygulamalar yapılacaktır. Bu
kapsamda tarama malzemelerinin sürdürülebilir sekilde yönetilmesini saglayacak ekosistem temelli
yönetim süreci (karar agacı) belirlenecek ve farklı denizcilik faaliyetlerinin oldugu pilot alanlarda test
edilecektir.
Yeni Bir Uzay Bağımlı Reaksiyon-Difüzyon Adım Süreleri Değişken Olan Stokastik Metot (UDM) Geliştirilmesi |
Prof. Dr. Eli̇fe Zerri̇n BAĞCI |
TÜBİTAK |
01.07.2011 |
01.05.2012 |
Bu çalışma ile heterojen reaksiyon ortamlarında kullanılabilecek yeni bir uzay bağımlı ve reaksiyon-difüzyon adım süreleri değişken olan stokastik metot (UDM) geliştirilmiştir. Geliştirilen yeni metot mikroskopik ölçekte sayılabilir reaktanın uzayda ayırt edilebildiği heterojen durumları simüle eder. Simülasyon sırasında reaktanların sayılarının değişimi stokastik Gillespie metoduna dayalı olarak, reaktanların büyüklükleri ise sonlu katı küreler varsayımına bağlı olarak ele alınmaktadır. Metot, ortamdaki fiziksel difüzyonla birlikte olası sıfır, birinci ve ikinci derece reaksiyonların gerçekleşme zamanlarını ilgili (biyo)kimyasal parametreleri kullanarak simüle eder. Metot ikinci derece bir reaksiyon için uygulanmış, sonuçlar Gillespie metoduyla karşılaştırılmıştır. Karşılaştırma sonucunda UDM’nin limit koşulu dışında da (katı kürelerin yarıçapları sıfıra götürülmeden) Gillespie metoduyla yaklaşık aynı sonucu verdiği gözlenmiştir. Sonuçlar açısından UDM ile Gillespie metodunun daha yüksek uyumu difüzyon algoritmasının geliştirilmesine bağlıdır.
Konfeksiyon İşletmelerinde İş örneklemesiyle Çalışan Verimliliği Belirlemek için Mobil Cihazlarda Kullanılabilir Web Tabanlı Yazılım Geliştirilmesi |
Prof. Dr. Can ÜNAL |
TÜBİTAK |
01.09.2013 |
01.09.2014 |
Konfeksiyon işletmelerde üretim departmanın belirli bir zaman periyodundaki verimliliğini belirlemek gerek işlemlerin karışıklığı gerekse çalışan sayısının değişkenliği nedeniyle oldukça zordur. İşletme verimliğini belirlemede kullanılan yöntemlerin birçoğunda yüksek maliyet, zaman ve emek gerektirdiğinden dolayı uygulama güçlükleri yaşanmaktadır. İş örneklemesi, herhangi bir firmanın bu açıdan ne durumda olduğunu görmek ve gerekli sonuçları en kısa zamanda almak için kolayca uygulanılabilen en ucuz yöntemlerden biridir. Ancak çoğu zaman yapılan iş örneklemesi çalışmaları prosedürlere uygun gerçekleştirilmediğinden dolayı rasyonel sonuçlar elde etmek güçleşmektedir. O nedenle çalışmanın sağlıklı yürütülmesi için bir yazılıma ihtiyaç vardır. Bu yazılım sayesinde iş örneklemesi bilimsel yöntemlerle gerçekleştirilecek, istatistikî verilerle değerlendirilebilecek ve işletmelerde gerekli mercilere kolayca raporlama yapılabilecektir.
Bu çalışmada iş örneklemesi yönteminin tekstil ve konfeksiyon işletmelerinde kolayca uygulanabilmesi için bir yazılım hazırlanacaktır. Geliştirilecek yazılımın, günümüzde kullanılan çeşitli elektronik tablet ve akıllı telefonlarla uyum içerisinde olması planlanmaktadır. Böylece kablosuz iletişim ağı kurulabilen herhangi bir noktada istenilen uygulamayı gerçekleştirmek mümkün olacaktır.
Günümüzde sıklıkla kullanılan mobil ve akıllı cihazlar için gerçekleştirilecek olan bu çalışma, yöntemin kullanılmasını ve konuyla ilgili gerekli sonuçların elde edilmesini son derece hızlandıracaktır. Gerçekleştirilecek olan proje ile özellikle konfeksiyon işletmesinde şu sonuçların elde edilmesi planlanmaktadır;
•Gecikme toleranslarının saptanması için, işçinin ve makinenin boş zamanlarının bulunması,
•Ürüne değer katan ve ürüne değer katmayan faaliyetlerinin oranlarının bulunması,
•Makine ve çeşitli donanım kullanım yüzdelerinin ve makine arıza oranlarının ve çeşitlerinin bulunması,
•Ergonomik iş analizleri,
•Performans analizleri,
•Organizasyonel hataların sebep olduğu verim düşüklüklerinin belirlenmesi,
•Bir işin standart zamanının oluşturulması.
Soğuk Pres Yağlardan Pilot Ölçekli Salata Sosu Üretimi |
Prof. Dr. Ümi̇t GEÇGEL |
TÜBİTAK |
01.05.2015 |
31.12.2017 |
Bu çalışmada soğuk pres tekniği ile üretilen yağlar kullanılarak elde edilen salata soslarının bazı kalite özellikleri araştırılmıştır. Bu çalışmanın ilk aşamasında Yanıt Yüzey Yöntemi kullanılarak ticari örneklerin reolojik özellikleri baz alınarak formülasyon optimizasyonu yapılmıştır. Yanıt yüzey yöntemi ile ksantan gam (%0,25-0,75), yumurta sarısı tozu (%2-6) ve soğuk pres yağ (-30) oranı içeren 17 farklı deneme dizaynı oluşturulmuştur. Örneklerlin akış davranış ve dinamik reolojik özelliklerine formülasyonun etkisi araştırılmıştır. Ksantan gam, yağ ve yumurta sarısı oranı örneklerin kıvam katsayısı (K), akış davranış indeksi (n) ve akma gerilimi (σ0) değerlerini önemli bir şekilde etkilemiştir. Örneklerin K, n ve σ0 değerleri sırasıyla 0,0370- 20,0329 Pasn, 0,1342-0,7013 ve 0,0094-19,8236 Pa olarak tespit edilmiştir. Salata sosu örneklerinin tamamının G' değerleri G'' değerlerinden yüksek bulunmuştur. Optimum salata sosu için belirlenen ksantan gam, yumurta sarısı tozu ve yağ oranı sırasıyla %0,36, % 4,5 ve %21 olarak tespit edilmiştir. Optimum formülasyona göre üretilen salata sosu örneğinin partikül boyutu, ζ-potansiyeli ve 3-ITT reolojik davranışları ticari olarak üretilen ürünlere benzerlik göstermiştir. Çalışmanın ikinci aşamasında farklı baharat (kekik, nane ve kırmızıbiber), asitlik verici ajan (limon suyu ve sirke) ve soğuk pres yağların (kabak çekirdeği, susam ve zeytinyağı) salata soslarının fizikokimyasal, reolojik, mikro yapısal ve duyusal özelliklerine etkisi araştırılmıştır. Baharat, yağ ve asitlik verici ajanlar salata sosu örneklerinin fizikokimyasal ve duyusal özelliklerini önemli bir şekilde etkilerken (P<0,05); reolojik ve mikro yapısal özelliklerine önemli bir etki göstermemiştir (P>0,05). Duyusal analiz sonucunda kekik, limon suyu ve zeytinyağı içeren örneklerin duyusal olarak ençok beğenilen örnekler olduğu tespit edilmiştir. Çalışmanın son aşamasında ise salata sosu örneklerinin depolama boyunca raf ömrü kriterleri değerlendirilmiştir. Bu amaçla 56 gün boyunca ürünlerde mikrobiyal gelişim, oksidatif stabilite, emulsiyon stabilitesi ve serbest yağ asidi oluşumu ölçülmüştür. Depolama süresince salata sosu örneklerinin hiç birisinde küf/maya ve toplam mezofilik aerobik bakteri gelişimi gözlenmemiştir. Örneklerin peroksit ve serbest yağ asiti değerleri depolama boyunca artış göstermiştir ve bu parametrelerin değişimine baharat, yağ çeşidi ve asitlik verici ajanların etkisi önemli bulunmuştur. Depolama süresince örneklerde herhangi bir faz ayrımı gözlenmemiştir. Bu çalışma kekik, limon suyu ve zeytinyağı içeren örneklerin optimum ksantan gam, yumurta sarısı tozu ve yağ oranında duyusal, mikro yapısal ve stabilite açısından salata sosu formülasyonunda başarıyla kullanılabileceğini göstermiştir.
TRAKYA BÖLGESİ DOĞAL FLORASINDA FİĞ (Vicia sp.) TÜRLERİNİN BELİRLENMESİ TOPLANMASI KARAKTERİZASYONU ve DEĞERLENDİRİLMESİ |
Prof. Dr. Adnan ORAK |
TÜBİTAK |
01.03.2014 |
01.03.2017 |
Doğal kaynakların zarar gördüğü Dünyamızda, ülkemiz de kendi payına düşeni almaktadır. Yaşanan iklim değişikliği sürecinin olumsuz etkileri artıracağı bilim insanlarınca kabul edilmektedir. Bu değişimden doğrudan etkilenen çiftçiler üretim kaybına uğramaktadır.
Tarım ülkesi kimliğine rağmen Türkiye uluslararası değerlendirmelerde yetersiz ve düzensiz beslenen ülkeler arasında bulunmaktadır. Yetişkin bir insanın günlük ortalama 2500 kaloriye ihtiyacı vardır. Bu miktarı karşılayabilmesi için yarısının bitkisel kaynaklı olması gereken 70 g proteine ihtiyacı bulunmaktadır. Kişi başına yıllık et tüketimimiz 24 kg dolayındadır. Bunun karşılanması için hayvansal üretimi artırmamız gerekmektedir. Özellikle 1980’li yıllarda yapılan kültür ırkı ithali bu çabanın sonucudur.
Trakya Bölgesinde buğday ve ayçiçeği ana ürün olarak yetiştirilmektedir. Yüz ölçümünün neredeyse yarısı tarla tarımına uygun verimli toprakları sayesinde bitkisel üretim ön planda yer almıştır. Verilen desteklerle üretim şekli benimsenmiş yakın zamana kadar devam etmiştir. Yakın zamanda hayvansal üretime verilen teşviklerle yem bitkileri ekimi dolayısı ile fiğ türlerinin ekim alanı önemli oranda artmıştır. Macar fiğinin ön planda olduğu son 3 yıldır bölgenin ihtiyacı olan yem bitkileri tohumluğu temininde sorunlar yaşanmıştır. Özel şirketler yurt dışından getirdikleri farklı yem bitkilerini pazara sunmaktadırlar.
Ege ve Marmara Bölgelerimizde neredeyse tamamı kültür ve melezi olan hayvanların ihtiyacı olan kaba yem çayır, mera, yem bitkileri ve tarla tarımı artıklarından karşılanmaya çalışılmaktadır. Trakya bölgesi sahip olduğu kaliteli kaba yem kaynakları ile (çayır mera alanı % 8, yem bitkileri ekim alanı % 3,6 ) ülke düzeyinin de (sırası ile , % 9,5) altındadır. Trakya’nın damızlık üretim merkezi haline getirilme çabası ile yapılan çalışmalarda sorun, kaba yem üretimde yaşanmaktadır.
Bölge, sahip olduğu ekolojik koşullar nedeniyle farklı bölümlere ayrılmaktadır. Kışlık fiğ türlerine talebin artması sonucu yörede gelişen fiğ türlerinin belirlenmesi yanında verim potansiyellerinin saptanması ve üretime kazandırılması zorunlu hale gelmiştir.
Proje, Trakya Bölgesinde konu ve kapsam bakımından gerçekleştirilmesi planlanan detaylı çalışma özelliğindedir. Bu bağlamda biyolojik zenginliğin belirlenmesi korunması ve değerlendirilmesi ayrıca önemlidir. Daha önce yapılan çalışmalarda Tekirdağ koşullarında doğal florada tespit edilen Vicia sativa L., V. narbonenesis L., V. pannonica Crantz., V. villosa Roth, V. sepium L., V. angustifolia L.’nın yanında diğer fiğ türlerinin de belirlenmesi amaçlanmıştır.
Araştırmanın sonucunda fiğ türlerindeki varyabilite yanında adaptasyonları sonucundaki değerlendirmeler bölgede özellikle kışlık fiğ türlerine alternatif olacağı gibi çayır mera alanlarının ıslahı da önemli bir kaynak sağlayacaktır.
Proje sonunda elde edilen fiğ türlerinin tamamına ait tohum örnekleri Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde yer alan Gen Bankasına teslim edilecektir.
Mekanik Susuzlaştırılmış Endüstriyel Arıtma Çamurlarının Kuruma Potansiyellerinin İyileştirilmesi, Eş Zamanlı Kurutma ve Stabilizasyon Yöntemlerinin Araştırılması |
Prof. Dr. Tolga TUNÇAL |
TÜBİTAK |
01.07.2012 |
01.07.2014 |
roje kapsamında fotokatalizör, fenton ve ozonlama yöntemlerinin endüstriyel arıtma çamurlarının stabilizasyon ve kuruması üzerine etkileri araştırılmıştır. Projenin temel hedefleri arasında endüstriyel çamurların organik madde içeriğinin azaltılması, kalıcı organik kirleticilerin giderilmesi ve termal susuzlaştırma işlemlerinin enerji gereksinimlerinin azaltılması gelmektedir. Kullanılan yöntemlerin etkinliklerinin ortaya çıkarılması için ham ve arıtılmış çamur numunelerinin KOİ, TOK, TN, LOI, PAH ve PCB parametreleri ölçülmüştür. Yapılan araştırmalarda ince film yönteminin endüstriyel nitelikli arıtma çamurlarının kontrolünde kullanılabileceği belirlenmiştir.
Kumas Dökümlülüğü Ölçüm Yönteminin İyilestirilmesi |
Prof. Dr. Fatma GÖKTEPE |
TÜBİTAK |
01.01.2009 |
30.06.2011 |
“Kumas Dökümlülüğü Ölçüm Yönteminin Đyilestirilmesi” baslıklı projenin ilk asamasında
Budapeste Teknoloji ve Ekonomi Üniversitesi (BUTE) bünyesinde gelistirilmis bulunan ve
Cusick yöntemini esas alarak kumas dökümlülüğünün 3 boyutlu halini simüle edebilen Sylvie
3D Drape Tester cihazı üzerinde test sonuçlarında gözlenen varyasyonları minimize etmeye
yönelik çalısmalar yapılmıstır. Bu kapsamda test esnasında numuneler değisen çaplarda
bileziklerin içerisinden geçirilerek yapılan testlerde olumlu sonuçlar alınmıs, ayrıca dökümlü
haldeki kumas geometrisinin düzgünlüğünü tanımlayan “döküm düzgünsüzlüğü faktörü”
kavramı gelistirilmistir. Aynı zamanda Cusick temel ölçüm prensibi ile “keskin köse ile
dökümlülük ölçümü” prensibini kombine eden yeni bir dökümlülük ölçüm sistemi
tasarlanarak Namık Kemal Üniversitesi bünyesinde kurulmus, bu sistemde klasik kes-tart
yöntemi yanında bilgisayar destekli analiz yöntemiyle dökümlülük ölçümü için çalısmalar
yapılmıstır. Söz konusu sistem üzerinde daha az varyasyona sahip dökümlülük değerleri elde
edebilmek için klasik dairesel destek plakası yerine çokgen destek plakaları (besgen, altıgen,
yedigen, sekizgen) kullanılarak aynı numunelerle daha az varyasyona sahip, dolayısıyla daha
güvenilir sonuçlar alınmıstır.
Çalısmada ayrıca, OE-rotor iplik için iplik büküm yönünün dökümlülüğe etkisi de
incelenmistir. Bu amaçla, farklı büküm yönüne sahip atkı ve çözgüler kullanılarak kumaslar
üretilmis ve numuneler BUTE bünyesinde Sylvie 3D üzerinde test edilerek iplik büküm
yönünün dökümlülük üzerine açık etkisi gözlenmistir. Projenin son bölümünde kumasın
fiziksel davranısının tahminlenebilmesi için gelistirilen matematik bir model olan
“istatistiksel elyaf demet metodu” ile proje kapsamında üretilen kumas ve ipliklerine ait
çekme mukavemeti verilerini kullanmak suretiyle uygulamalar yapılmıstır.
Namık Kemal Üniversitesi Ar-Ge Strateji Belgesinin Oluşturulması (Biyoteknoloji) |
Prof. Dr. Sezen ARAT |
TÜBİTAK |
01.07.2016 |
01.01.2017 |
Namık Kemal Üniversitesi, gerek bitkisel gerekse hayvansal üretimin yoğun olarak yapıldığı, yurt içinde öne çıkan verimli tarım arazilerine sahip, ülkemizin Avrupa ülkeleri ile sınır olduğu son derece stratejik bir bölge olan Trakya bölgesinde konuşlanmıştır. Üniversite’nin Ziraat Fakültesi 33 yıllık birikimi ile bölgedeki tek Ziraat Fakültesidir. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına bağlı bölgenin ekonomik önemi yüksek ve yaygın olarak üretimi yapılan bitki türleri göz önüne alınarak özelleşmiş üç Araştırma Enstitüsü/İstasyonu bulunmaktadır. Ayrıca bölgede değişik büyüklüklerde çok sayıda bitkisel üretim çiftlikleri, çiftçi kuruluşları, büyük hayvancılık işletmeleri (500-1000 başlık), entegre tesisler, gıda işleme fabrikaları bulunmaktadır. Ayrıca üniversitemizin Mühendislik Fakültesi, sanayinin yoğun olduğu Organize Sanayi Bölgesi’ne yakın Çorlu ilinde kurulmuştur.
Birçok alanda olduğu gibi tarımsal üretimde ve çevre teknolojilerinde biyoteknoloji önemli bir yere sahiptir. Tarımsal üretimde verim artışı ancak modern biyoteknolojinin üretime entegrasyonu ile mümkündür. Tarımda karşılaşılan sorunların çözüme kavuşturulması klasik ıslah yöntemleri ile uzun zaman alırken biyoteknolojik yöntemler, süreyi kısaltmakta, iş gücünü azaltmakta ve başarı şansını artırmaktadır. Bölgedeki yoğun tarımsal üretim ve sanayi, bölge için ekonomik bir güç olmakla birlikte aynı zamanda çevre kirliliğine neden olmaktadır. Çevre kirliliğinin tespiti (biyosensör teknolojileri), önlenmesi (biyoremediasyon) ve aynı zamanda atıkların değerlendirilmesi biyoteknolojinin uygulandığı önemli sahalardan biridir ve üniversitemiz için öncelikli alanlardan biridir. Bu nedenle Namık Kemal Üniversitesi son yıllarda daha yoğun olmak üzere biyoteknolojik çalışmalara yönelmiş ve alt yapısını modernize etmiştir. Bölgede önemli bir aktör olan üniversitenin yetiştirici, sanayi, kamu kurumlarının ihtiyaç ve sorunlarına yönelik modern teknolojileri ülkeye transfer etmesi, geliştirmesi ve uygulamaya aktarılmasını sağlaması esastır.
Bu projenin amacı bölgede tarımsal üretimde (bitkisel ve hayvansal) verim ve kalitenin arttırılması, karşılaşılan sorunlara daha hızlı çözüm bulunması, üretimin yarattığı çevre kirliliğinin tespiti ve azaltılmasına yönelik biyoteknolojik yöntemlerin geliştirilmesi ve uygulamaya aktarılmasını hedefleyen beş yıllık strateji belgesinin hazırlanmasıdır.
Hedefimiz öncelikle bölge tarımında karşılaşılan sorunların (verim düşüklüğü, biyotik ve abiyotik stres faktörleri, hayvan hastalıkları ve refahı, ürün kalitesi, üretim faaliyetlerinin sebep olduğu çevre kirliliği vb) tanımlanmasıdır. İkinci olarak belirlenen sorunların çözümlenmesine yönelik biyoteknojik yaklaşımların tespiti, transferi, geliştirilmesi ve uygulamaya aktarılması için yol haritalarının belirlenmesidir. Bu hedeflere ulaşabilmek için yurt içi/yurtdışı tarım sektöründe yer alan paydaşlar (Üreticiler, birlikler, kamu kurum ve kuruluşları, özel sektör) ile konu bazlı çalıştayların organize edilmesi planlanmakta ve nihayetinde de beş yıllık strateji belgesinin oluşturulması amaçlanmaktadır.
Trakya Bölgesi Bal Arısı Populasyonlarının (Apis mellifera L.) Genetik Yapılarının MtDNA (tRNALeu-Cox2 Arası) Dizi Analizleri İle Araştırılması |
Prof. Dr. Fulya ÖZDİL |
TÜBİTAK |
01.12.2014 |
01.12.2016 |
Günümüzde tarım sektöründe arıcılık önemli ekonomik kaynaklardan birisi olup, bugüne kadar 27 adet bal arısı (Apis mellifera L.) alttürü (subspecies) tanımlanmıştır. Türkiye, Asya, Avrupa ve Ortadoğu gibi birçok kıta ve ülkelerin geçiş yolları üzerinde yer alması, topoğrafik yapı, iklim koşulları ve ekolojik çeşitlilik sebebiyle bal arısı alttürleri ve ekotipleri için önemli bir gen merkezi konumundadır. Belirtilen bu faktörlerin bir sonucu olarak Türkiye bal arısı populasyonlarının morfolojik ve ekolojik veriler temelinde birbirlerinden oldukça farklılık gösterdiği ve bu coğrafyada Anadolu (A. m. anatoliaca), Kafkas (A. m. caucasica), İran (A. m. meda) arısının var olduğu bildirilmekle birlikte, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Suriye (A. m. syriaca) arısının, Trakya bölgesinde ise beşinci bir ekotipin veya alttürün varlığı hem morfolojik ve hem de bazı genetik markerler ile yapılan çalışmalarda bildirilmektedir. Bu anlamda Türkiye’nin dünya arı genetik çeşitliliğinin %22-23’üne sahip olduğu bilinmektedir. Ancak Trakya yöresi arıları ile ilgili olarak tartışmalar da halen devam etmekte ve Trakya bal arılarının genetik olarak hangi alttüre (Karniyol, Anadolu, Kafkas) daha yakın olduğunun tespit edilmesine gereksinim duyulmaktadır.
Bu proje kapsamında, T.C. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından endemik bir ekotip olarak ele alınan Trakya bal arısı populasyonlarının detaylı genetik (mtDNA dizi analizi) ve morfometrik (41 karakter) yapılarının birlikte belirlenmesi amaçlanmıştır. Bal arısı tür ve alttürlerinin tanımlanmasında yaygın olarak kullanılmakta olan mtDNA lokusu, tRNALeu-Cox2 arası (COI-COII intergenik) bölgedir. Belirtilen bölge mtDNA molekülünde en çok genetik varyasyonun tespit edildiği ve bal arısı alttürlerinin ayrımında en yaygın kullanılan genetik marker sistemidir. Diğer tarafta mevcut populasyonun morfolojik yapı yönünden daha detaylı (41 karakter) tanımlanması önemini muhafaza etmektedir. Böylece genetik (mtDNA) ve morfometrik yapının birlikte değerlendirilerek ortaya konulması materyalin tanımlanmasını çok daha güçlü kılacaktır.
Trakya Bölgesi’ndeki arılıklardan işçi arı örnekleri toplanacaktır. Örneklerin toplanmasında Kırklareli izole bölgesindeki arılıklar dahil olmak üzere bölgenin dağlık, ovalık ve deniz kıyılarından örnekleme yapılmasına dikkat edilecektir. Bu sayede bal arılarının topoğrafik yapıya bağlı olarak iklim ve rakım farklılıklarına göre ayrım gösterip göstermedikleri de araştırılmış olacaktır. Trakya bal arıları ile referans olarak ele alınan Karniyol, Anadolu ve Kafkas bal arılarının birlikte analizi sonucu, Trakya bal arısı populasyonları arasında genetik benzerlik/farklılıkların ortaya konulmasına çalışılacak ve Trakya arısının genetik ve morfometrik olarak hangi alttüre daha yakın olduğu tespit edilmeye çalışılacaktır.
Daha da önemlisi bu proje ile ayrıca Türkiye’de arıcılıkta yaygın bir uygulama olan göçer arıcılığın ve ana arı kullanımının Trakya Bölgesi’nde dağılım gösteren bal arısı populasyonlarında genetik varyasyonu ne yönde etkilediği belirlenecek ve Trakya bal arısı gen kaynağını koruma stratejileri tartışılacaktır. Yerli ırk ve ekotiplerin gen kaynağı olarak korunması ve sürdürülebilirliği kapsamında, Trakya bal arısının ıslahı, damızlık materyal üretimi ve tescil edilmesinin gündeme gelmesi durumunda bu arıların genetik ve morfometrik karakterizasyonları yapılarak, Trakya arısının genetik orijini hakkında kesin bir hükme varmak söz konusu olabilecektir.
Türkiye Eşek (Equus Asinus) Populasyonlarının Morfolojik ve Genetik Karakterizasyonu |
Prof. Dr. Fulya ÖZDİL |
TÜBİTAK |
01.05.2016 |
01.11.2017 |
Son yüzyıllarda, çeşitli türler ve ırkların ülkeler ekonomisi üzerine önemli roller oynadığı düşünülmekte ve bu tür ve ırkların korunmasına yönelik planlar yapılmaktadır. 20. yüzyılın ortalarında tarım alanında endüstrileşme ile birlikte çeşitli ırklar lehine seleksiyon çalışmalarının artması ve bazı türlerin önemini kaybetmesi sonucu pek çok hayvan türü, ırkı ve populasyonu yok olma tehdidi altındadır. Hayvancılıkta lokal populasyonların ve genetik çeşitliliğin korunması, hem sosyo-ekonomik ve hem de ekolojik açıdan gerekli görülmektedir.
Birçok bölgede zorlu doğa koşulları ve kırsal yaşam biçimlerinde hala önemli bir yeri olan ve yetiştiricisine iş gücü olarak yüzyıllardır taşımacılıkta yardımcı olan eşek ırkları yok olma tehdidi altındadır. Son yıllarda Türkiye’de de eşek sayısının yaklaşık % 35-37 oranında, hızla azaldığı görülmektedir. Tüm dünyada yok olma tehlikesi altında olan bu türün, koruma stratejilerinin oluşturulması için öncelikle mevcut ırkların morfolojik ve genetik olarak tanımlamalarının yapılması gerekmektedir.
Bu araştırmada; Türkiye yerli eşek (Equus asinus) populasyonlarının morfolojik ve genetik yapıları incelenecektir. Morfolojik karakterizasyon amacıyla eşeklerin vücut ağırlığı, renk ve vücut ölçüleri (cidago yüksekliği, sağrı yüksekliği, vücut uzunluğu, göğüs çevresi, göğüs derinliği, ön incik çevresi, baş uzunluğu ve kulak uzunluğu) alınarak Türkiye yerli eşek (Equus asinus) populasyonlarının morfolojik karakterler bakımından tanımlanmasına ve Türkiye’de var olan eşek ırklarının ortaya konmasına çalışılacaktır. Aynı zamanda Türkiye yerli eşek (Equus asinus) populasyonlarının genetik yapılarının belirlenmesi amacıyla 20 adet mikrosatellit ve 2 adet mtDNA lokusu (D-loop ve Cytb) kullanılarak genetik karakterizasyon yapılacaktır. Üzerinde durulan lokuslar bakımından gen ve genotip frekansları hesaplanacaktır. Mitokondriyel DNA (mtDNA) lokusu bakımından haplotipler belirlenerek maternal (anaya ait) kalıtım prensipleri çerçevesinde filogenetik ilişkiler tespit edilecektir. Polimorfik yapıdan yararlanılarak populasyonlar içi heterozigotluk seviyeleri ile mikrosatellit lokuslara ait PIC değerleri tahmin edilecektir. Populasyonlara özgü alleller incelenerek, bunların populasyonların/ırkların tanımlanması noktasındaki kullanılabilirlikleri tartışılacaktır. Yeni mutasyon noktalarının belirlenmesi söz konusu olduğunda Türkiye eşek populasyonlarına ait veriler, literatürde bildirilen veriler ile karşılaştırmalı olarak incelenerek, yok olma tehdidi altında olan bu türün koruma stratejilerinin oluşturulmasına ve ırk tescilinde kullanılabilecek ön verilerin elde edilmesine çalışılacaktır.
Naftenatların Ultrasonik Yöntemle Tekstil Renklendirilmesinde Yeni Bir Boyar Madde Olarak Kullanımı ve Çevresel Açıdan Değerlendirilmesi |
Prof. Dr. Ayli̇n YILDIZ |
TÜBİTAK |
15.02.2012 |
15.02.2013 |
Dünyanın en değerli yeraltı ham maddelerinden biri olan petrol, sadece teknoloji alanında değil çeşitli konularda da insanlığa büyük yararlar sağlamaktadır. Petrolden yan ürün olarak üretilen maddelerin kullanım alanları gittikçe önem kazanmaktadır. Yan ürünlerin bazıları çok önemli bir değer taşımazken, bazıları ise ek bir işlem ve gider yapıldıktan sonra değerlendirilebilmekte ve satılabilmektedir. Parafin, benzin, bakım yağları, gres yağı, asfalt ve daha nice yan ürünler petrolden elde edilir. Etan, bütan, propan, gaz yağı, motorin, diesel mazotu, parafin mumu gibi maddeler de petrolden elde edilen yan ürünler arasındadır. Daha az bilinen petrol ürünlerinin şaşırtıcı kullanım alanları da vardır. Mumlarda ve cilalarda petrol mumu (parafin mumu) bulunur; parfümler, kozmetikler ve hatta peynirin bozulmasını önleyen bazı maddeler petrol yağlarından hazırlanır. Böceklere karşı kullanılan ilaçlarda başka petrol yağları vardır. Etilen (domatesleri yapay olarak olgunlaştırmak için de bu madde kullanılır) ve yapay ipek ya da tırnak cilası yapımında kullanılan aseton gibi ürünler arıtma işleminden elde edilen gazlardan üretilir. Yapay kauçuk, plastikler ve sıvı deterjan yapımında kullanılan başlıca kimyasal maddeler de gene petrol ürünüdür. Birçok alanda kullanım niteliği olan petrol ve petrol yan ürünlerinin tekstilde pek kullanım alanı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu çalışma ile petrol ve petrol yan ürünlerinin tekstilde kullanım alanını genişletmek amacıyla petrol yan ürünü ile yeni boyarmadde üretimleri hedeflenmektedir.
Bu projenin iki aşamalı olarak gerçekleştirilmesi planlanmaktadır. İlk aşamada, petrolün yan ürünlerinden üretilen naften asitlerinin farklı metal içerikli bileşiklerle tepkimesi sonucu elde edilen metal naftenatların tekstil de farklı metal içerikli boyarmaddeler olarak kullanılabilirliğidir. İkinci aşamada ise elde edilmesi düşünülen farklı metal içerikli bu boyarmaddelerin ultrasonik enerjiyle tekstilde yün boyamacılığında kullanılmasıdır. Bu amaçla öncelikli olarak, petrolün yan ürünlerinden üretilen naften asidi, seçilen farklı metaller ile boyarmadde olarak kullanılması planlanan Metal Naftenat bileşiklerini oluşturacaktır. Elde edilen bu bileşiklerin kimyasal yapısı spektrofotometrik yöntemlerle araştırılacaktır. Daha sonra, farklı metal içerikli bu boyarmaddelerin her biri için, ultrasonik banyoda; boyarmadde miktarı, dispergatör miktarı ve pH aralık faktörlerine bakılacaktır. Teker teker sadece bir faktör değiştirilip diğerleri sabit tutularak yapılan denemeler için sırasıyla her birinin absorbansları alınacak ve filtreleme işlemleri yapılacaktır. Böylelikle optimum boyarmadde miktarı, dispergatör miktarı ve pH seçilerek optimum boyama reçetesi oluşturulacaktır. Çalışmanın bu aşamasından sonra, seçilen optimum koşullar çerçevesinde ultrasonik enerji kullanılarak beş farklı kumaş tipini (pamuk, yün, poliamid, poliester, poliakrilonitril) boyama işlemi gerçekleştirilecektir.
Proje kapsamındaki çalışmaların gerçekleştirilmesi sonucunda birden fazla boyarmadde olarak sentezlenmesi düşünülen farklı metal içerikli siklo hekzan mono karboksilat ve siklo hekzan dikarboksilat bileşiklerinin ana maddesi olan naften asitleri, petrolün yan ürünlerinden geri dönüşüm olarak elde edilecektir. Dolayısıyla naftenler metal naftenatları haline getirilerek tekstil endüstrisinde farklı metal içerikli boyarmaddelerin kullanım olanaklarını sağlayacaktır.
Boyama yönteminde de ultrasonik enerjiden yararlanılacaktır. Bu yöntemle daha düşük işlem sıcaklığından ve daha kısa işlem süresinden yararlanılacağı için enerji kazancı sağlanacaktır. Ayrıca yardımcı kimyasallar da daha az kullanılacağından çevreye karşı diğer boyama yöntemlerine kıyasla daha duyarlı olunacaktır.
Süre kontrolü ile renk derinliği de kontrol edilecektir. Dolayısıyla ultrasonik enerji ile artan rekabet koşullarında bile daha düşük maliyetle boyama işlemi gerçekleşmiş olacaktır. Ultrasonik enerji ile daha hızlı boya transferleri gerçekleşecek ve kumaşta boyama sonrası daha iyi boyama efektleri sağlanacaktır.
Anahtar Kelimeler: naften asidi,metal naftenat,ultrasonik boyama,boyarmadde,petrol
Tekirdağ İli Şarköy İlçesinde Kırsal Turizme Yönelik Alan Kullanım Planlaması |
Prof. Dr. Tuğba KİPER |
TÜBİTAK |
01.09.2009 |
28.01.2010 |
Çalışma “Tekirdağ İli Şarköy İlçesinin doğal ve kültürel peyzaj değerleri ile birlikte çeşitlendirilerek kırsal turizm faaliyetleri içerisinde yerini alabilmelidir” savından hareketle bütüncül bir kalkınma için kırsal turizmin önemini vurgulamaktadır.
Bu amaçla; öncelikle araştırma alanının doğal ve kültürel özellikleri CBS ortamında işlenerek veri tabanı oluşumu sağlanmış ve Hızlı Kırsal Değerlendirme Toplantısı gerçekleştirilmiştir. Literatür taramaları, Hızlı Kırsal Değerlendirme Toplantısı sonuçları ve veri tabanı oluşumundan sonra iki farklı (tarımsal turizm, doğa turizmi) alan kullanım tipi seçilmiştir. Daha sonra her bir kullanım alternatifi için yapılan çalışmalardan ve her biri için seçilmiş farklı uzman görüşlerinden yararlanılarak değerlendirme faktörleri ve uygunluk katsayıları önem sıralarına göre derecelendirilmiştir. En uygun (3), uygun (2) ve uygun olmayan (1) olacak şekilde puanlandırılmıştır. Elde edilen uygunluk değerleri CBS ortamında sorgulanarak uygunluk haritaları oluşturulmuştur. Gerçekleştirilen değerlendirmeler sonucunda da, araştırma alanı için seçilen iki kullanım tipinin (Hızlı Kırsal Değerlendirme sonuçları doğrultusunda öncelendirilerek) bir arada yer aldığı sentez paftası oluşturularak, yerel halk ve katılımcı boyutunda öneriler geliştirilmiştir.
Çalışma sonucunda; İlçenin genel alanının % 22,59’u tarımsal turizm ve %54,59’u da doğa turizmi açısından en uygun alanlar olarak saptanmıştır. Bu da İlçenin kırsal turizme yönelik önemli bir potansiyele (% 76,94) sahip olduğunu ve bu açıdan doğal, kültürel ve tarımsal değerlerini bir arada tutan uygulamaların gerçekleştirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Yabancı Orijinli Bazı Aspir (Carthamus tinctorius L.) Genotiplerinin Tohum Verimi ve Verim Özellikleri ile Yağ Oranlarının Belirlenmesi |
Prof. Dr. Burhan ARSLAN |
TÜBİTAK |
15.06.2016 |
15.06.2017 |
Türkiye yağlı tohumlu bitkilerin üretimi bakımından dışa bağımlı bir durumdadır. 2014 yılında ülkemiz 755.000 ton bitkisel ham yağ üretimi gerçekleştirirken, 1.583.000 ton ithalat gerçekleştirmiş ve üretimimiz ihtiyacımızın ancak %32’sini karşılayabilmiştir. Bu nedenle bitkisel yağ açığını kapatmak için son yıllarda alternatif yağ bitkileri üzerindeki çalışmalar devam etmektedir. Aspir de alternatif yağ bitkilerinden bir tanesidir. Aspir, ekolojik istekleri bakımından seçici olmaması ve diğer yağ bitkilerine nazaran düşük sıcaklıklara dayanıklı olması, bitkiye farklı iklimlerde üretim alanı sağlamaktadır. Öte yandan kurağa dayanıklılığı ve sulanmadan yetiştirilmesi özellikle nadas alanlarının değerlendirilmesine fırsat veren, ülkemiz yağ açığını kapatma potansiyeline sahip yağ bitkilerinden birisi olabilecektir. Ancak yağ oranı ve tohum veriminin diğer yağ bitkilerine göre düşük kalması, aspir tarımının ülkemizde yaygınlaşmasını engellenmektedir. Bu nedenle, tohum verimi ve yağ oranını artırmaya yönelik çalışmalar yapılmalı ve yeni çeşitlerin geliştirilmesi için ıslah çalışmaları yapılmalıdır. Yerli tohumluk olarak ülkemizde sertifikalandırılmış Yenice, Dinçer, Remzibey, Balcı, Linas ve Olas çeşitleri ile üretim izinli Ayaz ve Asol çeşitleri vardır. Yeni geliştirilmiş aspir çeşitleri olan Balcı, Linas ve Olas çeşitlerinin yağ oranları artırılmış olsa da aspirin bölgemizde ekonomik olarak diğer yağ bitkileri (ayçiçeği, kanola) ile rekabet edebilmesi için en az onlar kadar tohum verimi ve yağ oranı olan yeni aspir çeşitleri geliştirilmelidir. Önerilen bu projede ABD Tarım Bakanlığından (USDA) temin edilen 39 adet genotipin (çeşit/popülasyon) verim ve verim özellikleri, 6 adet yerli çeşidimiz ile karşılaştırılacak ve bu genotiplerden üstün olanlar (yağ oranı, tohum verimi ve yağ asitleri kompozisyonu) ilerideki ıslah çalışmalarında (seleksiyon, melezleme vb.) kullanılacaktır.
Trakya Bölgesinde Yetişen Trifolium Türlerinden Flavonoidlerin İzolasyonu, Yapılarının Açıklanması, Antioksidant ve Tirozinaz İnhibisyon Aktivitelerinin İncelenmesi |
Prof. Dr. Temi̇ne ŞABUDAK |
TÜBİTAK |
01.05.2009 |
01.09.2011 |
Bitkisel dokularda bol miktarda bulunan flavonoidler, polifenolik yapıdaki bileşiklerdir ve çoğunlukla bitkinin yaprağında ve meyvesinde bulunurlar. Flavonoidler, bitkilerde antioksidan (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997), enzim inhibitörü (Harborne ve Williams, 2000; Seralini ve Moslemi, 2001; Sarno vd., 2002) ve aynı zamanda UV ışınlarından koruma (Shirley, 1966) gibi önemli özelliklere sahiptir. Son yıllarda flavonoidlerin endüstrinin çeşitli alanlarında kullanılması için yürütülen araştırmaların sayısı artmaktadır. Bu bileşiklerin antioksidan özellikleri, çeşitli ürün ve malzemeyi boyama yetenekleri, metallerle bileşik oluşturma özelliklerinden dolayı besin, tekstil, deri, metallurji, tıp, ziraat ve benzer alanlarda kullanılma olasılıkları artmaktadır (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997). Geniş kapsamlı kullanım alanına sahip olan flavonoidlerin sentetik üretimi günümüzde efektif gerçekleşemediğinden dolayı, elde edilmeleri için flavonoidli bitkiler kullanılmaktadır. Bu nedenle yeni flavonoidlerin elde edilmesi ve kullanım alanlarının genişletilmesi güncel ve önemli konular arasında bulunmaktadır.
Projemizde daha önce flavonoid içeriği araştırılmamış olan, Trakya bölgesinde yetişen Trifolium (Fabaceae-Leguminosae) türlerinin fitokimyasal bakımdan incelenmesi, sekonder metabolitlerinin özellikle flavonoidlerin izolasyonu, moleküler yapılarının açıklanması ile bu bileşiklerin antioksidan ve tirozinaz inhibitör aktivitelerinin tayini amaçlanmıştır. Proje kapsamında çalışılması planlanan Trifolium türleri, bitkinin çiçeklenme zamanında Trakya bölgesinde yapılacak arazi çalışması sonucunda toplanacaktır. Yapılan literatür çalışmasına göre, Trakya bölgesinde yetişen, T. nigrences subs. Petrisavi ve T. echinatum türleri toplanarak, sunulan çalışmanın gerçekleştirilmesi planlanmaktadır. T. repens, T. arvense, T. pratense, T. nigrences gibi bazı Trifolium türleri, halk arasında, balgam söktürücü, antiseptik, yatıştırıcı, kuvvet verici, romatizma ağrılarını dindirici, hayvan yemi olarak kullanıldığı gibi kabızlıktada etkilidir (Baytop, 1984; Açıkgöz, 2001; Derijge vd., 2001).
Çalışma materyali, Mayıs-Temmuz ayları arasında Trakya bölgesinden toplandıktan sonra, gölgede kurutulacak ve toz haline getirilecektir. Daha sonra seçilen Trifolium türleri, %80 lik etanol ile oda sıcaklığında maserasyon yöntemine göre ekstrakte edildikten sonra polarite artış sırası ile hekzan, diklorometan, etilasetat ve bütanol ile ekstrakte edilecektir. Diklorometan ekstresi silikajel kolonda, etilasetat ve bütanol ekstreleri ise poliamid, sefadeks LH-20, HP-20 Diaion dolgu maddeleri içeren kolonlarda ilk ayırıma tabi tutulduktan sonra alt fraksiyonlar HPLC ile saflaştırılacaktır. İzole edilen saf maddelerin yapıları, 1D, 2D NMR teknikleri, FAB-MS, HRMS, EI-MS, IR ve UV spektrofotometreleri kullanılarak açıklanacaktır.
Yapısı tayin edilen flavonoidlerin, tirozinaz inhibisyon aktiviteleri enzim kaynağı olarak mantar tirozinazı kullanılarak Hearing Metodu’na göre spektrofotometrik yöntemle gerçekleştirilecektir (Hearing, 1987). Substrat olarak L-DOPA ve standart tirozinaz inhibitörleri olarak da Kojik asit ve L-mimosine kullanılacaktır. Tirozinaz inhibitörlerinin, bazı dermatolojik hastalıkların tedavisinde faydalı olduğu bilinmektedir. Ayrıca bu inhibitörler, kozmetikte güneş yanıklarının depigmentasyonunda beyazlatıcı ajan olarakta kullanılmaktadır (Shiino vd., 2001).
Bu çalışmada, Trifolium türlerinden izole edilen flavonoidlerin antioksidan özellikleride araştırılacaktır. Antioksidanlar canlı metabolizmalarda serbest radikallere karşı savaşan moleküllerdir. Serbest radikaller vücudumuzun yapı taşları olan hücrelere zarar verirler damar sertliği, kalp hastalıkları ve kanser gibi çeşitli hastalıklara sebep olmaktadır (Floyd, 1990; McCord, 1985). Flavonoidlerde, antioksidan özelliklerinden dolayı, gıda sanayinde ve koruyucu tıpta kullanılan doğal antioksidanlardır ve bitki ekstrelerinde bol miktarda bulunmaktadırlar (Özyurt, 2005). Yapılması planlanan çalışmada, ilk önce ham ekstrelerde toplam flavonoid miktarı ve toplam antioksidan aktivite tayini yapılacak, daha sonrada izole edilen flavonoidlerde, beş yöntem kullanılarak (total antioksidan aktivite tayini, DPPH radikali giderimi aktivitesi, süperoksit anyon radikali giderimi, ABTS katyon radikali giderimi ve Cuprac yöntemine göre antioksidan tayini) antioksidan aktivite araştırılacaktır.
Projenin başarılı bir şekilde sonuçlanmasıyla; Trifolium türlerinin kemataksonomik bakımdan değerlendirilmesi yapılacak ve bu türlerden yeni biyolojik aktif flavonoidlerin izolasyonu gerçekleştirilecektir. Ayrıca, izole edilen bileşiklerin dermatolojik hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek potansiyel ilaca dönüşümü, bunun yanında, gıda sektöründe ve koruyucu tıpta kullanılabilecek doğal antioksidanların tayini sağlanmış olacaktır.
TRAKYA KOŞULLARINDA FARKLI SULAMA YÖNTEMLERİ ALTINDA İKİNCİ ÜRÜN SİLAJLIK MISIRIN SU ÜRETİM FONKSİYONLARININ BELİRLENMESİ |
Prof. Dr. Abdülhali̇m ORTA |
TÜBİTAK |
01.06.2008 |
01.03.2009 |
Tekirdağ kosullarında 2007-2008 yıllarında ikinci ürün silajlık mısır yetistiriciliğinde,
sulama yöntemlerinin ve farklı düzeylerdeki sulama suyu uygulamalarının verim, verim
öğeleri, su – üretim fonksiyonları ve ekonomik faktörler üzerine olan etkilerini belirlemek
amacıyla yürütülen çalısmada; sulama yöntemi olarak karık ve damla, sulama düzeyi olarak
su ihtiyacının %0, %33, %66 ve 0’ ünün karsılandığı 4 konu dikkate alınmıstır.
Arastırma sonuçlarına göre, en yüksek mevsimlik su tüketimi değeri her iki yılda da
bitki su ihtiyacının tam olarak karsılandığı I3 konusunda elde edilmistir. Bu değerler, 2007
yılında, karık sulama yönteminde 601.48 mm, damla sulama yönteminde 468.95 mm, 2008
yılında ise sırasıyla, 581.15 mm ve 464.93 mm olarak gerçeklesmistir. En yüksek yesil ot
verimleri I3 konusundan elde edilmistir. Anılan değerler 2007 yılında, karık sulama
yönteminde 8504.47 kg da-1 ,damla sulama yönteminde 7590.40 kg da-1, 2008 yılında ise
sırasıyla 8255.30 kg da-1, 7361.7 kg da-1 olarak ölçülmüstür.
Đkinci ürün silajlık mısır bitkisinin su – verim iliskisi faktörü (ky), denemenin ilk
yılında, karık sulama yöntemi için 1.40, damla sulama yöntemi için 1.53, ikinci yılda ise karık
sulama yöntemi için 1.55, damla sulama yöntemi için 1.84 olarak hesaplanmıstır. Bu değer,
sulama yöntemleri birlestirildiğinde 2007 yılı için 1.47, 2008 yılı için 1.65 olmustur.
Đnfrared termometre tekniği kullanılarak, sulama zamanı planlamasına baz olusturacak
iliskiler belirlenmistir. CWSI değerlerinin değisimi, toprak nem içeriğindeki değisimle
korelasyon göstermis, topraktaki nem eksikliği arttıkça CWSI değerlerinde artıs görülmüstür.
Arastırma sonuçlarından elde edilen veriler kullanılarak, farklı büyüklüklerdeki (9 da,
49 da ve 100 da) model alanlarda tarımı yapılan ikinci ürün silajlık mısır bitkisinde, damla ve
karık sulama yöntemlerinin tüm unsurları, isgücü giderleri, sulama suyu masrafı vb. tüm
parametreler dikkate alınarak maliyet analizleri yapılmıs, her bir sulama yöntemi ve düzeyi
için net gelir değerleri belirlenmistir.
Anahtar Kelimeler: II. ürün silajlık mısır, sulama yöntemi, sulama düzeyi, su–üretim
Etkin Elektromanyetik Koruyucu Örme Kumaş ve Örme Kumaş Destekli Kompozit Yapıların Geliştirilmesi |
Prof. Dr. Özer GÖKTEPE |
TÜBİTAK |
01.01.2008 |
01.01.2010 |
Bu projede, elektromanyetik girişimleri en iyi şekilde ekranlayabilecek atkılı örme tekniği ile üretilmiş örme kumaş ve bunlardan yapılan örme kumaş destekli kompozit yapılar araştırılmıştır. Elektromanyetik korumada en etkili yapıların tespiti ile ilgili olarak; kumaş konstrüksiyonu, iplik lineer yoğunluğu, ilmek sıklığı, kullanılan iletken miktarı ve kompozit yapılardaki kumaş kat adedi ve laminasyon açısının etkisi incelenmiştir.
Örme kumaşı oluşturmak üzere iletken iplikler, Isparta Meslek Yüksekokulu Tekstil Bölümü Laboratuarında bulunan mevcut iplik katlama ve büküm makinesinde katlanıp büküm verilerek elde edilmiştir. İletken kumaşlar Isparta Meslek Yüksekokulu Tekstil Bölümü Laboratuarında bulunan yarı otomatik, E7 incelikli, V-Yataklı düz örme makinesi kullanılarak oluşturulmuştur. Örme kumaş destekli kompozit yapılar ise; İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Makine laboratuarında bulunan sıcak press makinesi kullanılarak elde edilmiştir. Üretim aşamasından sonra giysilik kumaş ve kumaş destekli kompozitlerin elektromanyetik koruma etkinlikleri, İngiltere York üniversitesinde bulunan EMC Lab’da yapılan testlerle belirlenmiştir. Son olarak üretilen örme yapılar ve kompozitlere ait fiziksel testler Tübitak Bursa Test ve Analiz Laboratuvarında gerçekleştirilmiştir.
Örülen kumaşlar; farklı denemeler için düz örgü, atkı yatırımlı düz örgü, 1x1 rib örgü, atkı yatırımlı 1x1 rib örgü, yarım selanik örgü, çift çelik örgü, yatak kaydırmalı örgü, boşluklu örgü ve atkı yatırımlı boşluklu örgü olmak üzere dokuz farklı yapıdan oluşmuşlardır.
İletken örme kumaşlarda 10 dB’den az, kompozitlerde ise 10-50 dB arasında EMKE değerleri elde edilmiştir. Atkılı örme kumaş destekli kompozit yapıların, EM korumaya yönelik uygulamalar için kullanılabilir değerlere sahip oldukları anlaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Elektromanyetik koruma, İletken örme kumaş, EMSE, Örme kumaş destekli kompozitler
TÜRKİYE'DE ŞEHİRLERDE YAŞAYAN SURİYELİ MÜLTECİLERİN ENTEGRASYON SÜRECİ VE ZORLUKLARI: ADANA-MERSİN ÖRNEĞİ |
Doç. Dr. İhsan ÇETİN |
TÜBİTAK |
15.01.2015 |
15.10.2015 |
Bu araştırma Türkiye'de şehirlerde yaşayan Suriyeli sığınmacıların Türkiye toplumuyla bütünleşme olanaklarını incelemektedir. Bunu yaparken bu kitlenin sosyal, ekonomik ve kültürel durumlarını da irdeleyerek yapmaktadır. Ayrıca ev sahibi konumundaki Türkiye devletinin yasal mevzuatı ile toplumun sığınmacılara yönelik tutum ve düşüncelerini analizlere dahil etmektedir.
Araştırmada tartışılan bulgular Adana ve Mersin illerinde yaşayan Suriyeliler üzerine yapılan saha çalışmasına dayanmaktadır. Araştırma yönteminde görüşme cetveli kullanılarak toplam 150 kişiyle bire bir görüşmeler yapılmış, ayrıca gözlemlerde bulunulmuştur. Görüşmeler araştırmacı tarafından Arapça dilinde ve şahıslarla bire bir yapılmıştır.
Araştırma sonucunda öz olarak; Suriyeli sığınmacıların Türkiye'deki varlıklarının kısa süreli olmayacağı, muhtemelen kalıcı bir hal alacağı, dolayısıyla da devlet politikasında sığınmacılara yönelik "geçicilikten" "kalıcı olabilecekleri" yönünde bir paradigma değişikliğine gidilmesinin şart olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Bu anlamda sosyal düzenin idamesi için sığınmacıların entegrasyonlarına yönelik yeni politikaların üretilmesi önerilmiştir.
Dokuma Kumaş Hatalarını Tanılama ve Gidermek İçin Bir Uzman Sistem Geliştirilmesi |
Prof. Dr. Hi̇kmet Zi̇ya ÖZEK |
TÜBİTAK |
15.04.2017 |
15.02.2018 |
Projenin amacı, tekstil üretiminde önemli bir paya sahip olan dokuma kumaşların üretim süreçlerinde karşılaşılabilecek her türlü hataların ve olası nedenlerinin belirlenmesi ve bunların sistematik bir sınıflandırmaya tabi tutulması sonucunda elde edilecek verilerin bir uzman sistem olarak geliştirilmesidir. Bu çalışma kapsamında düzenlenecek olası hata kaynaklarının ve çözüm yollarının bir bilgisayar programı olan uzman sisteme aktarılması ile dokuma kumaş üreticilerinin kalite kaybı sorunlarının çözümüne yardımcı olunması amaçlanmaktadır. Yapılacak bu çalışmayla dokuma kumaş üretimi gerçekleştiren işletmelerin, karşılaştıkları hataları en hızlı ve doğru bir şekilde tespit ederek bu hataları gidermeleri ve önlemeleri sağlanacak böylece daha kaliteli ürün üretmelerine yardımcı olunacaktır.
Tekstil sektöründe kumaş hatalarının sınıflandırılması ile ilgili yapılmış çalışmalar olmakla birlikte; bunların sistematik olmaktan öte standart listelemeler içerdiği söylenebilir. Sanayi kuruluşlarında benzer hatalar için farklı isimler kullanımı doğal karşılanabilir. Ancak teknik literatürde bile aynı hataya farklı isimler verildiği veya aynı hata için farklı tanımlamalar yapıldığı ve çeşitli tutarsızlıklar olduğu tespit edilmiştir. ISO standartlarından TSE ye uyarlanmış olan Dokuma kumaş hatalarının sınıflandırmasında hata kategorilerinde çelişkiler vardır. Bu çalışma ile hem sınıflandırma hem de tanımlamalar ile ilgili konulardaki belirsizlikler de giderilmiş olacaktır. Dokuma kumaş hatalarının sınıflandırılmasında hatanın kaynağı ve kumaş üzerinde neden olduğu görünüme göre iki farklı temelde gruplama yapılacaktır. Projeye destek veren işletmelerde yapılacak etüt ve incelemeler ile hata arşivi zenginleştirilecek, örnekler ve hatanın giderilme nedenleri derlenecektir. El tezgahında ve dokuma tasarım yazılımları ile de hata simülasyonları yapılacaktır.
Günümüzde birçok alanda bilgisayar programları insanların yaptığı işi daha az hata ile yapabilmektedir. Bu amaç için ön plana çıkan programlardan biri de “uzman sistemler”dir. Bu tip problemleri çözme konusunda karşılaşılan ihtilaflı durumlarda başvurulacak uzman sayısının yeterli olmaması ve elde edilen sonuçların nesnelliğinin de tartışılır olması, çözüm konusunda bilgisayar desteğinden yararlanmayı beraberinde getirmiştir. Bu çalışmamız ile dokuma kumaşlarda karşılaşılan hatalar, bu hatalara sebep olan hata kaynakları ve bu hataların çözüm yolları bir uzman sistemle ortaya konulacaktır.
Artan rekabetle birlikte pazar yapısının değişmesi ve müşteri isteklerinin ekonomik bir şekilde karşılanma beklentisi ile birlikte işletmelerin yürüttüğü kalite kontrol çalışmaları da büyük değişimler göstermektedir. İşletmeler, yapay zekâ tekniklerini üretim, planlama, kalite kontrol gibi alanlarda kullanarak verimliliklerini artırmayı ve problemlere en kısa zamanda çözüm üretmeyi amaçlamaktadırlar. Geliştirilecek sistem işletmelere teknolojik ve ekonomik anlamda önemli katkı sağlama potansiyeline sahiptir. İşletmelerin olası kalite kayıplarının azaltılıp, verimlilik artışı sağlayacak uzman kişi eksikliği kısmen giderilebilecektir. Literatüre de tekstil kumaş hatalarının bilimsel bir sistematiğe göre sınıflandırılmasını sağlayacak bir yaklaşım kazandırılacaktır. Var olan hatalara yönelik giderilme yollarını da içeren kapsamlı bir arşiv derlenmiş olacaktır.
Antijen Spesifik Hafıza B Lenfositlerin İn Vitro Çoğaltılmasında CD21 Reseptör Aktivasyonunun Etkisi |
Prof. Dr. Türker BİLGEN |
TÜBİTAK |
15.10.2018 |
15.10.2019 |
Antijen spesifik hafıza (bellek) B hücreleri organ nakli, otoimmünite, immün yetmezlikler, aşı ve kanser immünoterapisi başta olmak üzere birçok alanda ilgi konusudur. Hafıza B lenfositlerin in vitro koşullarda çoğaltılmasındaki güçlükler bu hücrelerle yapılan çalışmalar için önemli bir engeldir. Bu proje önerisi ile amacımız; B hücre aktivasyonunda rolü olduğu bilinen CD21(CR2)’in serbest ligandları aracılığıyla uyarılmasının hafıza B lenfositlerin in vitro koşullarda antijen spesifik olarak çoğaltılmasına bir etkisi olup olmadığını belirlemektir.
Hafıza B lenfositlerinin elde edilmesi için en kolay kaynak periferal kandır. Fakat periferal kanda hafıza B lenfosit sayısının düşük olması ve mevcut hücre sayısı ile değerlendirmeye imkân veren etkin bir yöntemin olmaması, bu hücrelerle yapılan çalışmalarda in vitro çoğaltımı gerekli kılmaktadır. Bu konuda çalışan araştırma grupları tarafından bir in vitro poliklonal uyarım prosedürü tanımlanmıştır. Poliklonal uyarım; mevcut bütün hafıza B lenfositlerin aynı anda birlikte uyarılmasına neden olması ve takibinde ilgilenilen antijen spesifik hafıza B lenfositlerin tespit ve kantite edilmesi için ELİSPOT gibi uygulaması ve yorumlaması güç bir yöntem gerektirmesi bakımından dezavantajlıdır. Ayrıca, in vitro poliklonal uyarım prosedürü hafıza B lenfositlerin çoğaltılmasında sınırlı başarı sağladığı için geliştirilmesi arzulanan bir yöntemdir. Bu nedenlerle hafıza B lenfositlerin in vitro çoğaltılmasında ve antijen spesifik olarak değerlendirilmesinde kullanışlı olabilecek hücre kültürü koşulları güncel araştırmaların konusudur. Diğer yandan hafıza B lenfositlerin antijen spesifik olarak değerlendirilmesi açısından, bu hücrelerin antijen spesifik olarak uyarılmasını sağlamak da arzulanan bir durumdur.
CD21 (CR2) foliküler dendritik hücreler, bazı T lenfosit grupları ve B lenfositlerde bulunan immünoglobin gen ailesi üyesi olan bir kompleman reseptörüdür. CD21 B hücre aktivasyon eşiğini düşürerek antikor cevabını artıran bir B-hücre reseptörü (BCR) ko-reseptörüdür. CD21 reseptörü insan kompleman 3d fragmanı (C3d), iC3b, C3d,g, Interferon alfa (IFNa), EBV viral kılıf proteinleri ve CD23 aracılığıyla aktive edilebilir. Birlikte kültür yapma yöntemiyle foliküler dendritik hücre yüzeyinde bulunan bağlı durumdaki CD21 ligandları aracılığıyla gerçekleşen CD21 reseptör aktivasyonunun in vitro B lenfosit çoğaltılmasına katkısı deneysel olarak gösterilmiş olmasına karşın, CD21 reseptörünün serbest ligandları aracılığıyla uyarılmasının hafıza B lenfositlerin in vitro çoğaltılmasında kullanışlı olup olamayacağı araştırılmamıştır. Bu nedenle projemizde CD21 reseptörünün serbest ligandları olan C3d, iC3b ve IFNa ile uyarılmasının hafıza B lenfositlerin antijen spesifik olarak in vitro çoğaltılmasına etkisini araştırmayı planladık.
Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, Tıp Fakültesi hastanesine başvuran 18-50 yaşları arası 20 gönüllü çalışma hakkında bilgilendirilerek çalışmamıza katılmaya davet edilecektir. İlk etapta, bilgilendirilmiş onam formu eşliğinde alınan kan örneklerinden ELISA yöntemiyle anti-tetanus toksoid (TT)-IgG antikora en yüksek düzeyde sahip olan 5 olgu tespit edilecektir. Sonraki çalışmalar bu 5 gönüllüden alınacak olan 20 ml periferal kan örneği ile gerçekleştirilecektir. Toplanan periferal kan örneklerinden fikol yöntemiyle standart protokolle mononüklear hücre izolasyonu yapılacak ve 5 gönüllünün periferal kan mononüklear hücreleri birleştirilerek bir mononüklear hücre havuzu oluşturulacaktır. Oluşturulacak olan bu mononüklear hücre havuzundan alınan hücrelere in vitro kültür koşullarında; 1. Grupta; literatürde tanımlanmış poliklonal uyarım prosedürü ve tetanus toksoidi (TT) ile antijen spesifik uyarım ayrı ayrı uygulanacaktır. İkinci grupta; poliklonal uyarım prosedürüne ilave olarak tetanus toksoidi (TT) ile antijen spesifik uyarımın birlikte uygulanacaktır. Üçüncü grupta ise; poliklonal uyarım, tetanus toksoidi ile antijen spesifik uyarım ve her ikisinin birlikte olduğu 3 farklı uygulamaya ilave olarak CD21’in serbest ligandları olan C3d, iC3b ve IFNa’ nın ayrı ve kombine uygulandığı alt gruplar oluşturulacaktır (Tablo 1). Tüm gruplarda 6 ve 12 gün sonunda kültür süpernatantları toplanarak anti-TT-IgG antikor miktarları ELISA yöntemiyle tespit edilecektir. C3d, iC3b ve IFNa ile pozitif bir bulgu elde edilmesi durumunda AntiCD21 monoklonal antikorun (mAk) ile CD21 reseptörü bloke edilerek bu etkinin ortadan kaldırıldığı, böylelikle gözlenen etkinin CD21 üzerinden gerçekleştiği gösterilecektir. Projemiz TT antijeni ve anti-TT-IgG antikoru üzerinden, serbest ligandları aracılığı ile CD21 reseptör aktivasyonunun antijen spesifik hafıza B lenfositlerin in vitro koşullarda çoğaltılmasında ve antikor salgılayan hücrelere dönüştürülmesindeki rolünün araştırıldığı ilk çalışma olacaktır. Serbest ligandları aracılığı ile CD21 reseptör aktivasyonunun hafıza B hücrelerin in vitro kültürlerinde kullanışlı olduğunu ortaya koymamız durumunda; hafıza B hücrelerinin çoğaltılmasında faydalı olan ancak güçlükleri nedeniyle uygulamada yer bulamayan foliküler dendritik hücrelerle birlikte kültür yapma zorunluluğu ortadan kalkacaktır. Proje çıktıları daha genel anlamda; alloreaktif hafıza B hücreleri nedeniyle organ nakli açısından, otoreaktif hafıza B hücreleri nedeniyle otoimmün hastalıklar açısından, aşı uygulaması sonrası aşı etkinliğinin takip edilmesi, antijen spesifik monoklonal antikor eldesinde ve kanserde immünoterapi gibi çok sayıda alanda ilgi konusu olacaktır.
Farklı Ayçiçeği Genotiplerinin Perikarp ve Tohumlarında Bulunan Fungal Etmenler ile Metabolitler Arasındaki İlişkiler Üzerine Araştırmalar |
Prof. Dr. Nuray ÖZER |
TÜBİTAK |
01.07.2018 |
01.07.2019 |
Ayçiçeği (Helianthus annuus L.) dünyada yaklaşık 26 205 337 ha üretim alanı ile yağı için yetiştirilen endüstri bitkileri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Ülkemiz 718 317 ha üretim alanı ve 1 670 716 ton üretim ile 7. sırada bulunmaktadır (Anonim 2016). Ayçiçeğinde fungal hastalıklardan özellikle Plasmopara halstedii (Farl.) Berl. and de Toni. tarafından oluşturulan mildiyö hastalığından dolayı önemli verim ve kalite kayıpları meydana gelmektedir. Hastalığın kontrolünde tohum ilaçlaması yapılmakla birlikte etmenin kullanılan ilaçlara karşı dayanıklılık kazanmasından dolayı yeterli etkinlik sağlanamamaktadır. Bu nedenle mildiyö hastalığına karşı özelikle yüksek derecede tolerant çeşit ıslahı çalışmaları hızla devam etmektedir. Bununla birlikte tohumları perikarp (meyve kabuğu) içinde bulunan ayçiçeğinde, mildiyö hastalığını kontrol etmek için kullanılan çeşit ya da genotiplerin perikarp ve tohumlarının fungal etmenlerle bulaşık olması durumunda çıkış öncesi ve sonrası ölümler meydana gelebilmektedir. Daha önce Prof. Dr. Nuray ÖZER tarafından yürütülen bir yüksek lisans tez çalışmasında, ayçiçeği mildiyösüne yüksek derecede tolerant ve hassas ayçiçeği genotiplerinin perikarp ve tohumlarından Alternaria alternata, A. infectoria, Bipolaris cynodontis, Cladosporium cladosporioides, Fusarium culmorum ve F. oxysporum izole edilmiş moleküler ve morfolojik olarak tanılanmıştır. Söz konusu tez çalışmasında bu türlerin bulunma oranlarının perikarp, tohum ve genotiplere göre farklılık gösterdiği belirlenmiştir. Ayrıca perikarp+tohum çürümesi ve fide çürüklüğü esasına dayanarak değerlendirme yapılan patojenisite testleri sonucunda söz konusu funguslar %6.31-%52.03 arasında patojen bulunmuşlardır.
Tohumlarda bulunan metabolitler çeşit ya da genotiplere göre farklılık gösterebilmektedir. Bu metabolitlerin fungus türünün gelişimini engelleyerek ya da teşvik ederek onların tohum içerisindeki varlıklarını etkilediği ileri sürülmektedir. Bilgilerimize göre ayçiçeğinde tohum kökenli funguslar ile metabolitler arasındaki ilişkilere yönelik bir araştırma bulunmamaktadır.
Bu çalışmanın amacı, farklı ayçiçeği genotiplerinin perikarp ve tohumlarının içerdikleri antifungal metabolitleri, gaz kromatografisi/Kütle spektrometresi (GC-MS) yöntemiyle tanılayarak aynı kısımlarda bulunan fungal flora ve genotipler arasındaki ilişkilerini ortaya koymaktır. Çalışmada daha önce tohum kökenli funguslar için izolasyon yapılan, Trakya Tarımsal Araştırma Enstitü’nden temin edilmiş olan ayçiçeği mildiyösü hastalığına karşı yüksek derecede tolerant ve hassas olan ayçiçeği genotiplerinden (Her gruptan 5 adet) kullanılacaktır. Elde edilen sonuçlar ayçiçeği mildiyösüne karşı tolerant ve hassas olan genotiplerin perikarp ve tohumlarının kimyasal içeriği ile tohum kökenli patojenik karakterdeki funguslar arasındaki ilişkileri açıklayarak ülkemizde tohum patolojisi ile ilgili çalışmalara ışık tutacaktır.
Proje, Namık Kemal Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Bitki Koruma Bölümü ve Fen Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü ile birlikte yürütülecektir. Bitki Koruma Bölümü’nde hastalık etmenine yönelik, Kimya Bölümünde ise tohumlardan metabolitlerin ekstraksiyonu ve GC-MS yöntemiyle bileşiklerin tanımlanmasına yönelik çalışmalar yapılacaktır. Projenin gerçekleştirilmesi için planlanan süre 12 aydır. Projenin ilk aşamasında ayçiçeği mildiyösüne karşı yüksek derecede tolerant ve hassas olan ayçiçeği genotiplerinin perikarp ve tohumlarından üç farklı çözücü kimyasal kullanılarak ekstraksiyon yapılacak ve GC/MS kullanılarak söz konusu kısımlardan elde edilen metabolitlerin kimyasal içeriği tanımlanacaktır. İkinci aşamada elde edilen metabolik ekstraktların perikarp ve tohumlarda tespit edilen yüksek derecede virülent fungusların koloni gelişimi, konidi çimlenmesi, konidi çim tüpü uzunluğunu engellemesi ve inhibisyon zonunun belirlenmesine, yönelik testler gerçekleştirilecektir. Böylelikle ayçiçeği perikarp ve tohumlarında bulunan fungusların gelişimini teşvik eden ve engelleyen metabolitler belirlenmiş olacaktır.
Gebe Sıçanlarda Prenatal Hareketsizlik Stresinin Plasental Oksidatif Stres, İnflamasyon, Apoptozis ve İntrauterin Büyüme Geriliği ile İlişkisinin İncelenmesi |
Öğr. Gör. Dr. İhsan KARABOĞA |
TÜBİTAK |
15.11.2018 |
15.11.2019 |
Çalışmamızın amacı gebelik süresince ve gebeliğin farklı dönemlerinde hareketsizlik stresine maruz kalan anne sıçanlarda plasental oksidatif stres, inflamasyon, plasental apoptozis ve intrauterin büyüme geriliği ilişkisinin belirlenmesidir.
Uzun yıllar bilim insanları ana rahmindeki fetüsün gelişim sürecinde maruz kaldığı stres faktörlerinin, doğumdan sonraki hayata dair etkilerini göz ardı etmişlerse de artık günümüzde henüz doğmamış bir bebeğin ana rahminde maruz kaldığı teratojenler, enfeksiyonlar, psikolojik ve fiziksel stres faktörlerinin doğum sonrası hayatı etkilediği bilinmektedir. Deneysel modellerde gürültü, soğuğa maruz bırakma, yalnızlaştırma, elektriksel şok uygulaması gibi farklı stres modelleri oluşturularak, maternal stresin etkileri çalışılmış, fetüste yapısal malformasyon ve gelişme geriliği gibi gelişimsel kusurlara sebep olabileceği gösterilmiştir. İnsanlarda ise spontan düşükler, konjenital malformasyonlar, preeklampsi, erken doğum, düşük doğum ağırlıklı yeni doğanlar gebelikte artmış stresin olumsuz sonuçları olarak gözlemlenmiştir.
Deneysel çalışmalarda oluşturulan hareketsizlik stresinin yatak istirahatı için fizyolojik bir model olduğu bildirilmiştir. Riskli gebeliklerde yatak istirahati ya da hareket kısıtlaması günümüzde sıklıkla önerilen bir yaklaşımdır. Bunun en önemli nedeni hareketsiz kalan gebelerin gebelik süresinin uzaması ve erken doğuma neden olan uterus kasılmalarının istirahatte azalmasına dair saptamalardır. Riskli gebeliklerde, gebeye zarar vermeksizin olası riskleri azaltabileceği düşüncesiyle literatürde yeterli çalışma ve bilgi olmamasına rağmen yatak istirahati hekimler tarafından sıklıkla önerilebilmektedir. Oysa ki son yıllarda yapılan bazı araştırmalarda gebelikte yatak istirahatinin olumsuz etkileri daha ön plana çıkmaktadır. Özellikle erken gebelik döneminde annenin maruz kaldığı strese bağlı olarak yavrularda motor gelişimde gecikme, uyum problemleri, öğrenme ve dikkat bozukluğu gibi davranışsal problemler maternal strese bağlı olumsuz sonuçlar olarak bildirilmiştir.
İntrauterin büyüme ve gelişmenin ana belirleyicisi olan plasenta önemli metabolik ve endokrin fonksiyonlara sahiptir. Gebeliğin erken ve geç dönemlerinde plasentanın büyüme ve gelişmesinde meydana gelen başarısızlık, fetal gelişme ile doğrudan ilişkilidir. Plasentada yüksek metabolik aktivite oksidatif stresin artmasına da neden olurken, diyabet ve preeklampsi gibi durumlarda oksidatif stresin arttığı belirlenmiştir. Yüksek oksidatif stres plasental apoptozisi artırmaktadır. Ayrıca maternal stres plasentanın endokrin fonksiyonunda bozulmaya neden olmaktadır.
Hareketsizlik stresinin gebe sıçanlarda intrauterin büyüme geriliğine sebep olduğu bilinmekle birlikte; çalışmamızda planlanan şekilde farklı gebelik dönemleri ve gebelik süresince maruz kalınan hareketsizlik stresinin maternal stres ilişkili hormonlar, plasental değişiklikler (oksidatif, inflamatuar ve apoptotik) ile fetüste meydana gelebilecek değişikliklerin birlikte değerlendirildiği bir çalışma bulunmamaktadır.
Proje kapsamında 50 adet wistar albino gebe sıçan 5 gruba ayrılacaktır; Grup I (10. gün kontrol grubu, n=10), Grup II (1-10. gün stres grubu, n=10), Grup III (19. gün kontrol grubu, n=10), Grup IV (10-19. gün stres grubu, n=10), Grup V (1-19. gün stres grubu, n=10). Stres uygulaması belirlenen günler boyunca günde 6 saat hareketsiz bırakma şeklinde uygulanacaktır. Belirlenen günlerde sakrifiye edilen gebe sıçanlardan kan, plasenta ve fetüsler alınacaktır. Kan serumu ayrıştırılıp hormon analizleri için saklanacaktır. Maternal serumda inflamatuvar sitokinler IL-6 ve IL-10, CRH ile Kortizol seviyeleri ELISA yöntemi ile ölçülecektir. Elde edilen plasenta dokularının ağırlıkları belirlenecektir. Alınan her bir plasentanın biyokimyasal analizler için bir kısmı -80°C' de muhafaza edilirken bir kısmı da histolojik, immünohistokimyasal ve apoptotik boyamalar yapılması amacıyla nötral formaldehit çözeltisinde tespit edilecektir. Plasenta doksunda MDA, SOD ve CAT seviyeleri spektofotometrik yöntemle ölçülecektir. Plasentada genel doku yapısı hematoksilen-eozin boyama ile değerlendirilecektir. Plasenta dokularında TNF-α ve Kaspaz-3 immünreaktivitesi indirek immünohistokimyasal yöntemle belirlenecektir. plasental apoptozis TUNEL boyama yöntemi ile belirlenecektir. Elde edilen tüm fetüslerin ağırlıkları belirlenecektir.
Çalışmadan elde edilen veriler erken, geç ve tüm gebelik sürecinde maruz kalınan hareketsizlik stresinin maternal, plasental ve fetal etkilerinin değerlendirilmesi imkanı sunacaktır. Bu anlamda sonuçların bilimsel toplantılarda sunulma ve konu ile ilgili özgün değeri sebebi ile bilimsel dergilerde yayımlanma potansiyeline sahiptir. Projemizin sonuçları hareketsizlik stresinin hangi yol/yollarla plasental-fetal-maternal değişikliklere sebep olduğunun belirlenmesiyle moleküler biyolojik yöntemlerle desteklenecek ileriki çalışmalar için temel teşkil edecektir. Ayrıca çalışmanın sonuçları gebelerde yatak istirahatına dair bilimsel bir temel oluşturabilecek ve yol gösterici nitelikte olacaktır.
Türkiye Hakim Rüzgâr ve Ortalama Rüzgâr Vektörel Haritası ile Türkiye Rüzgâr Enerji Potansiyelinin Değerlendirilmesi |
Prof. Dr. Si̇nan ŞAHİN |
TÜBİTAK |
15.11.2018 |
15.05.2019 |
Bu projede, topoğrafik harita üzerinde vektörel olarak Türkiye’nin en detaylı hakim rüzgâr ve ortalama rüzgâr hızı haritası hazırlanacaktır. Böylece rüzgâr potansiyeli olan alanlar daha detaylı incelenebilecek ve daha önce üzerinde çalışılmamış/gözden kaçan rüzgâr alanlarının rüzgâr enerji potansiyeli belirlenecektir. Ayrıca, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü (YEGM) tarafından 2006 yılında hazırlanan Türkiye Rüzgâr Enerji Potansiyeli Atlası (REPA) ile belirlenen bölgelerde karşılaştırılması yapılacaktır.
Rüzgâr enerjisi son yıllarda yenilenebilir enerji kaynakları içinde yüksek hızlı bir büyüme grafiği çizmiş ve rüzgâr enerjisi sistemlerinin değerlendirilmesi, geliştirilmesi alanındaki çalışmalar önem kazanmıştır. Rüzgâr enerjisi ile ilgili çalışmalar meteorolojik gözlemlere dayandırılmalıdır ve bu yüzden mümkün olduğunca fazla gözlem istasyonu kullanılarak en detaylı ve doğru sonuçlar elde edilmelidir. Otomatik Meteorolojik Gözlem İstasyonlarının (OMGİ) Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM) tarafından kullanımı 2012 yılından sonra hızlı bir artış göstermiştir. Türkiye genelinde OMGİ’lerin artışı ile birlikte 2012 yılından itibaren toplam 1983 adet istasyonun ortalama rüzgâr ve 1934 istasyonun hakim rüzgâr yönü ve şiddeti ölçümleri bulunmaktadır. Örneğin, MGM tarafından 1989-1998 dönemi için hazırlanan rüzgâr enerji potansiyeli atlasında sadece 45 istasyon kullanılmıştır. Bu çalışma ile OMGİ’ler sayesinde artan meteorolojik gözlem sayısı değerlendirilmek istenmiş ve en güncel ve doğru haritalar sayesinde Türkiye rüzgâr enerji potansiyelinin incelenmesi amaçlanmıştır. Ayrıca topoğrafik harita üzerinde kompozit (birleşik) olarak hazırlanmış hakim rüzgâr hızı (vektörel) ve ortalama rüzgâr hızı (skaler) haritaları daha önce Türkiye için hazırlanmamıştır.
Bu projede, vektörel ve topoğrafik kompozit haritalar, MGM’den alınacak 2012-2017 yılları arası ölçülmüş 1983 adet istasyona ait ortalama rüzgâr hızı (m/s) ve 1934 istasyona ait hakim rüzgâr hızı (m/s) ve yönü verisi kullanılarak Ncar Command Language (NCL) programı ile hazırlanacaktır. Rüzgâr vektörlerinin harita üzerinde konumlandırılması için grid yaklaşımı ve gridleme yöntemi olarak Doğal Komşu Enterpolasyonu (DKE) yöntemi uygulanacaktır. Literatürdeki çalışmalar doğrultusunda, proje kapsamında hazirlanan kompozit harita ile önceden incelenmemiş rüzgâr alanları belirlenerek rüzgâr enerji potansiyelleri olan alanlar belirlenecektir. Daha sonra seçilen alanlar için MGM’den saatlik ortalama rüzgâr verisi temin edilecek ve rüzgâr enerji potansiyelleri hesaplanacaktır.
Bu projenin sonuçları sadece rüzgâr enerji potansiyelinin belirlenmesi olarak düşünülmemelidir. Proje sonuçları orman yangınlarıyla mücadele, hava kirliliği konsantrasyonlarının izlenmesi, tarımsal uygulamalar, İnşaat sektörü, havacılık gibi bir çok sektörde kullanılabilir. Ayrıca, yüksek çözünürlüklü rüzgâr haritaları ve bu haritalardan alınan bilgiler hükümet planlamacıları, enerji servis şirketleri, özel girişimciler, iş dünyası ve arazi/konut sahipleri gibi bir geniş kullanıcı bandına hizmet sunabilmektedir. Rüzgâr kaynağı hakkında en güncel ve tam bilgilere doğrudan erişim ile bu ürünler kullanıcıların veriye dayalı kararlar almalarını kolaylaştıracaktır.
Multipl Myelom Hücrelerinde Onkolitik Myxomavirüsünün Etkilerinin Araştırılması |
Prof. Dr. Türker BİLGEN |
TÜBİTAK |
01.05.2019 |
01.05.2021 |
Multipl Myelom (MM) plazma hücrelerinin malign bir hastalığıdır ve görülme sıklığı yönünden hematolojik kökenli malignitelerde ikinci sırada yer almaktadır. MM tedavisinde, yeni nesil ilaçlarla progresyonda uzamalar olsa da halen kür sağlanamamıştır. Kullanılan kemoteröpatik ilaçlarının maliyetinin yüksek oluşu ve hasta bireylerde hedef dokular dışında meydana getirdiği fiziksel hasarlar mevcut tedavilere alternatif arayışlara yönlendirmektedir. Son yıllarda kanser ve MM’de yapılan araştırmalarda önem kazanan onkolitik virüsler yeni bir alternatif tedavi yaklaşımı oluşturmaktadır. Onkolitik virüsler sağlıklı hücrelerde enfeksiyon oluşturmaması, kanser hücreleri üzerindeki etkinlik göstermesinden dolayı, mevcut tedavi uygulamalarında hastalarda yaşanan dezavantajları ortadan kaldırması beklenmektedir. Bugüne dek çalışılan onkolitik virüsler içerisinde Myxomavirüs (MYXV) ön plana çıkmaktadır. MYXV ile yapılan in vitro çalışmalarda malign plazma hücrelerine etkili olduğu ve hücreleri apoptozise uğrattıkları gösterilse de tedavi amaçlı kullanımı ile ilgili çok kısıtlı bilgi mevcuttur.
Bu projede, ticari ve farklı genetik özelliklere sahip hasta kaynaklı MM hücrelerde MYXV’ün tek başına ve MM’nin mevcut tedavisinde kullanılan proteozom inhibitörleri (PZİ) ve İmmün modulatör ilaç (İMİD) ile kombine etkisinin değerlendirilmesi ve virüsün MM hücrelerine girişinde CD38, CD138 ve CD56 moleküllerinin rolleri araştırılacaktır. Hasta kaynaklı MM hücrelerinin kullanımı, hasta sayısının yüksekliği, virüsün tek başına ve kemoterapötik ilaçlar ile kombine etkilerinin MM hücrelerinde görüntülenmesi ve virüs giriş yollarının araştırılması yönünden proje özgündür. Ülkemizde onkolitik virüslerin herhangi bir kanser türünde kullanımı ile ilgili bir çalışmaya rastlanılmamıştır, bu yönüyle bu araştırma bir ilk olacaktır.
Planlanan bu çalışmada, ticari olarak kullanılacak iki farklı MM hücre hattına ilave olarak yeni MM tanısı alan (n=15) ve nüks refrakter (n=15) olmak üzere toplam 30 hastadan hazırlanan hücre kültürleri kullanılacaktır. Projede kapsamındaki hasta kaynaklı hücreler, NKÜ Tıp Fakültesi Hematoloji Kliniğine gelen MM tanısı konan hastalardan alınan kemik iliği örneklerindan hazırlanacaktır. Araştırmada kullanılacak virüs Güney Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmunoloji (ABD) bölümünden temin edilmiştir. MYXV’nin tek başına ve diğer ilaçlarla (IMID ve PZİ) kombine etkinliğinin araştırılacaktır. Hücre canlılığı değerlendirildikten sonra, apoptotik proteinler akım sitometrik yöntemler ve Western Blotting ile incelenecektir. Virüsün plazma hücresine giriş yollarını araştırmak için MM hücrelerinde CD38, CD138 ve CD56 ekspresyonları spesifik Small Interferring RNA (siRNA) ile baskılandıktan sonra hücredeki GFP işaretli MYXV miktarı değerlendirilecektir. Ayrıca, virüsün enfeksiyonu sırasında hücre içi Akt sinyal yolağının aktifleşmesindeki rolü de araştırılacaktır.
Önerilen bu çalışmada hasta kaynaklı ve ticari hazır MM hücrelerinde in vitro olarak, tek ve kombine ilaçlarla etkinliğinin gösterilmesi sağlanacak ve MYXV’nin ülkemizde MM tedavisinde kullanımı ile ilk veriler elde edilecektir. Böylece in vivo hayvan deneyleri ve refrakter multiple myelom hastalarında Faz1 çalışmaları ileride yapılabilecektir. Çalışmamız ülkemizdeki diğer onkolitik virüs çalışmaları için öncülük yapacaktır ve bilim insanlarının yetişmesine katkılar sunacaktır. Ulusal ve uluslararası literatüre ülkemiz adına katkılar sağlayacaktır. Projeyle hedeflenen hasta kaynaklı hücre hatlarının oluşturulması öz kaynaklarımızın arttırılacak, dışa bağımlılığımızı azaltacaktır. Bu hücrelerin daha sonraki araştırmalarda kullanılabilmesi mümkün olacaktır. Böylelikle, MM tedavi çalışmalarına hız kazandıracak ve ekonomik yönden avantaj kazandırılacaktır.
Transplantasyon Başarısında Etkili Olan Donöre Özgün Alloreaktif Hafıza B Hücre Rezervinin Değerlendirilmesi |
Prof. Dr. Türker BİLGEN |
TÜBİTAK |
01.06.2018 |
31.12.2019 |
Projemizin amacı; In vitro şartlarda indüklenmiş B hücre kültür süpernatantı kullanarak alloreaktif hafıza (bellek) B hücre rezervinin donöre özgü bir şekilde akım sitometrik çapraz uyum (FCXM) testi ile değerlendirilebilir olup olmadığını ortaya koymaktır. Böylelikle, donöre özgü hafıza B hücre rezervinin organ nakli hazırlık aşamasında yapılan immünolojik değerlendirmede alıcıdaki immün yanıt potansiyelini yansıtan yeni bir parametre olarak değerlendirmeye katılması amaçlanmaktadır.
Nakil öncesi alıcıdaki allojenik antikorlarının varlığı organ naklinde önemli bir sorundur. Alıcı serumunda allojenik antikorların araştırılması nakil öncesi rutin olarak yapılan immünolojik değerlendirmede çok önemli bir yer tutmaktadır. Nakil sonrası gelişen humoral reaksiyonların sayısı son yıllarda serum antikor değerlendirilmesindeki teknik ve metodolojik gelişmelere rağmen istenilen seviyeye çekilememiştir. Bu nedenle günümüzde halen immün yanıt açısından en uygun organ vericisinin tespit edilmesinde kullanışlı olabilecek yeni test arayışları devam etmektedir. Bu hedef doğrultusunda, alıcı serumunda hâlihazırda var olan anti-HLA antikorların ötesinde, alıcıdaki HLA’ya özgün hafıza B hücrelerin belirlenmesi ve kantite edilmesine yönelik çalışmalar önemli bir yer tutmaktadır. Bu alandaki güncel çalışmalar HLA’ya özgün hafıza B hücrelerinin in vitro koşullarda çoğaltılması, antikor salgılayan hücrelere dönüştürülmesi, alıcıdaki HLA spesifik hafıza B hücre rezervinin bir panel şeklinde belirlenmesi ve oluşturabileceği immün yanıt potansiyelinin tespit edilmesi konularına yoğunlaşmaktadır. HLA spesifik hafıza B hücre rezervinin panel şeklinde belirlenmesi hafıza B hücrelerinin poliklonal olarak uyarılabilmesiyle mümkün olmuştur. Sensitize bireylerde alloreaktif hafıza B hücre havuzu/panelinin belirlenmesi, serum anti-HLA antikor taramasına ilave olarak bekleme listelerinin şekillenmesinde ve uygun donör seçiminde kullanışlı olacaktır. HLA spesifik hafıza B hücre panelinin belirlenmesine ilave olarak, potansiyel donör açısından alıcının HLA’ya özgün hafıza B hücre rezervinin belirlenmesinin immünolojik değerlendirme için kullanışlı bilgiler sağlaması beklenmektedir. Serumda hâlihazırda var olan allojenik antikorların yanında, nakil sonrası graftı hedefleyecek antikorları oluşturma yeteneğine sahip alloreaktif B hücre rezervinin in vitro ve donöre özgün olarak tespit edilmesi nakil öncesi yapılan immünolojik değerlendirmelere kuvvetli katkı sağlama potansiyeline sahiptir. Ayrıca, hafıza B hücre varlığının ve rezerv büyüklüğünün belirlenmesi B hücreyi hedefleyen tedavi yöntemleri açısından da önem arz etmektedir. Literatürde alloreaktif hafıza B hücre rezervinin bir panel olarak belirlenme çabasına karşın donör spesifik olarak değerlendirilmesine yönelik çalışmaların çok sınırlı olması ve böyle bir değerlendirmeye gereksinim olduğu kanaati ile bu çalışma planlanmıştır.
Çalışmamızda Namık Kemal Üniversitesi, Tıp Fakültesi’ne başvuran olgular arasından en az 3 gebelik geçirmiş olan 25-45 yaşları arası gönüllü kadınlar ve eşleri dâhil edilecektir. Öncelikle ELIZA yöntemi ile antiHLA antikorlara sahip olduğu belirlenmiş allojenik sensitizasyonu olan ve aynı yöntemle eşlerinin allojenik sensitizasyonu olmadığı saptanmış olan 10 çift tespit edilecektir. Kadınlar test grubunu, eşleri ise kontrol grubunu oluşturacaktır. Çalışmamızda test grubundaki kadınların gebelikler nedeniyle eşlerine karşı geliştirdikleri immün yanıttan dolayı, eşleri potansiyel donörleri temsil etmektedir. Çalışmaya dâhil edilen çiftlerden alınan kanlardan SSP yöntemi ile HLA-A,-B,-DR için HLA genotiplendirmesi yapılacak ve aynı zamanda sonraki deneylerde kullanmak üzere lenfosit lizatları oluşturulacaktır. İkinci aşamada, birinci aşamadaki sonuçlara göre çalışmaya dâhil edilen toplam 20 olgudan 20ml periferal kan örneği toplanarak fikol yöntemiyle standart protokolle periferal kan mononüklear hücre izolasyonu yapılacaktır. Test ve kontrol gruplarındaki olguların periferal kan mononüklear hücreleri in vitro kültür koşullarına alınarak literatürde tanımlanmış olan alloreaktif hafıza B hücre havuzunun belirlenmesinde kullanılan optimum koşullar göz önünde bulundurularak çoğaltılacak ve antikor sentezleyen hücrelere dönüştürülecektir. Bu aşamada projemizde literatürden farklı olarak, HLA spesifik hafıza B hücre rezervinin donör spesifik olarak belirlenmesine imkan sağlamak için; 1) test ve kontrol grubunun periferal kan mononüklear hücreleri arasındaki hafıza B hücreleri poliklonal uyarım prosedürüne göre antikor sentezleyen hücrelere dönüştürülecek ve kültür süpernatantları eşlerinin lenfositleri kullanılarak FCXM testi ile donör spesifik antikorlar açısından değerlendirilecektir, 2) gönüllülerin hafıza B hücreleri hücre kültüründe poliklonal uyarımla birlikte ve tek başına donör spesifik olarak (her olgunun kendi eşinden elde edilen lenfosit lizatları kullanılarak) uyarılarak antikor sentezleyen hücrelere dönüştürülecek, elde edilen kültür süpernatantları yine kendi eşlerinin lenfositleri ile FCXM testiyle donör spesifik antikorlar açısından test edilecektir. 6 ve 12 gün sonunda kültür süpernatantları toplanarak hafıza B hücrelerinin antikor salgılayan hücrelere dönüştürülmesi ile ortama salınan allojenik antikorların varlığı FCXM testi ile donör spesifik olarak araştırılacaktır. Antikor düzeyleri FCXM yöntemiyle ortalama floresan yoğunluk olarak tespit edilerek; 1) poliklonal uyarımla, 2) poliklonal uyarıma ilave olarak eşlerinin lenfosit lizatlarıyla ve 3) sadece eşlerinin lenfosit lizatlarıyla uyarılacak sensitize ve sensitize olmayan bireylerden oluşan test ve kontrol grupları arasındaki farklılıklar tespit edilecektir. Ayrıca, 12 gün sonunda kültür ortamındaki hücreler toplanarak CD38- / CD138- ve CD19+ / CD27+ hafıza B hücre, CD20- / CD27- ve CD38+ / CD138+ plasma hücre sayıları FC yöntemiyle belirlenecektir. Böylelikle donör spesifik antiHLA antikor üretme potansiyelinin hücresel rezerv olarak pahalı altyapı ve ticari kit gereksinimi olmaksızın tespit edilebilmesiyle organ naklinde yapılan immünolojik değerlendirmede immün yanıt potansiyelini yansıtan ilave bir test olarak değerlendirmeye katılmasına yönelik önemli bilgiler elde edilecektir.
Meriç-Ergene Nehir Havzası Sedimentlerinde Ağır Metal Kirliliğinin Tespiti |
Prof. Dr. Asude HANEDAR |
TÜBİTAK |
01.11.2019 |
01.11.2020 |
Meriç ve Ergene Nehri verimli ve elverişli arazi ve toprak yapısından dolayı çok uzun zamandır yoğun tarımsal faaliyetlerin yanında son 30 yıldır yoğun bir endüstrileşme faaliyeti ile karşı karşıya kalmıştır. Bölgesel olarak tekstil, deri ve gıda sanayinin yoğunlaştığı havza sınırları dahilinde yaklaşık 1.300 endüstriyel faaliyet bulunmaktadır. Söz konusu faaliyetler onlarca yıldır yoğun olarak yüzeysel ve/veya yeraltı suyunu, proseslerinde kullandıktan sonra, arıtarak ya da arıtmadan nehir ve nehir kollarına deşarj etmektedirler. Nehir ve kollarındaki antropojenik kaynaklı kirlenme, son yıllarda gerek bölge halkı, gerekse yönetim düzeyinde oldukça dikkat çekici hale gelmiş ve havzanın iyileştirilmesi ve yaşanabilir hale getirilebilmesi için 2000’li yılların başından itibaren oldukça önemli adımlar atılmıştır. Su Çerçeve Direktifi kapsamında, ülkemizdeki tüm nehir havzalarında gerçekleştirilmesi planlanan Nehir Havza Yönetim Planlarının ilk uygulamaları havzada gerçekleştirilmiştir. Bunun yanında bazı projeler kapsamında havzada nehir kollarında alınan yüzeysel su numunelerinde ağır metal ve öncelikli kirleticilerin ölçümü gerçekleştirilmiştir. Ancak havza sedimentlerinden numune alınarak yapılan sistematik bir çalışma bulunmamaktadır.
Çalışmada yoğun sanayileşme ve tarımsal üretimin bir arada bulunduğu Meriç-Ergene Havzası’nda, özellikle endüstriyel ağırlıklı, tarımsal ağırlıklı ve referans alan olarak belirlenmiş 3 bölgede, memba-mansap ilişkisi ve kirletici kaynaklar dikkate alınarak belirlenecek 40 örnekleme noktasında, 1 yıl içinde, kurak ve yağışlı periyodlarda toplam 2 kez olmak üzere, 80 sediment numunesi toplanacaktır. Toplanan numunelerde 12 tür metal (Cd, Pb, Ni, Hg, Al, As, Cu, Zn, Fe, Co, Cr, Mn) ve Toplam Organik Karbon (TOK) analizleri yapılacaktır. Çalışma sonuçlarından elde edilecek bilgilerle memba-mansap özellikleri dikkate alınarak seçilmiş örnekleme bölgelerinde kirletici varlığına bağlı olarak sedimentte mevcut ağır metal türleri ve konsantrasyonu tespit edilecek, ağır metallerin mekana bağlı değişimleri ortaya konacak ve mekânsal değişimleri ile kirletici kaynak ilişkisi doğrulanarak sediment kirlilik haritaları hazırlanacak, çeşitli indisler kullanılarak toksisite ve risk değerlendirmesi yapılacak, ağır metal ve TOK kirliliğine neden olan olası kaynakların kirletici konsantrasyonuna katkısının belirlenmesi için uygun bir istatistiksel teknikle değerlendirme yapılacaktır. Elde edilecek veriler havzada daha önce yapılmış su fazında ölçüm sonuçları ile karşılaştırılacak ve nehir havza yönetiminde ve ilgili nehir ve kollarında iyi su durumu hedeflerine ulaşmak konusunda önemli bulgulara ulaşılabilecektir.
Yapılması planlanan bu çalışma, “Meriç-Ergene Nehri Havzası’nda su ve sedimentte öncelikli maddelerin belirlenmesi” konulu büyük ölçekli bir Ar-Ge projesinin ön çalışması olarak tasarlanmıştır. Planlanan projede su ve sediment ortamında organik madde, ağır metal ve öncelikli madde kirliliğinin tespit edilmesi ve kirleticilerin su/sediment ortamında taşınımının ve transferinin belirlenmesi hedeflenmektedir. Bu çalışmada elde edilecek verilerle havzada sediment kirlenmesinin ön tespitinin yapılması ile ilgili altlık oluşturacak, tasarlanan büyük kapsamlı projede numune alma yerlerinin, numune sayısının, fazlarının belirlenmesi ile ilgili ilk bilgilere ulaşılabilecek, havzada sediment kirliliği ve kaynakları ile ilgili ilişkiler ilk kez kurulabilecektir.
LABORATUVAR TİPİ SİLAJ YAPIM VE VERİ TOPLAMA SİSTEMİNİN GELİŞTİRİLMESİ |
Prof. Dr. Fulya TAN |
TÜBİTAK |
01.09.2019 |
01.09.2020 |
Kaliteli bir silaj elde etmek için siloda etkin bir şekilde sıkıştırma yapmak gerekmektedir. Daha çok sıkıştırma daha yüksek yoğunluk ve daha kaliteli silaj yem demektir. Bu amaçla silolama aşamasında yeterli ve etkin sıkıştırma işleminin yapılabilmesi oldukça önemlidir. Saha koşullarında silolama aşamasında uygulanan sıkıştırma seviyesinin belirlenmesi amacıyla tarafımızdan hali hazırda bir veri toplama sistemi geliştirilerek denemeler yürütülmüştür. Ancak, saha koşullarında çalışmalar oldukça güç yürütülmekte ve çok uzun süreleri kapsamaktadır. Bu nedenle, hızlı ve çok sayıda deney yapmak ve hızlı veri elde etmek için laboratuvar tipi silaj yapım ve veri toplama sistemi geliştirmek amaçlanmaktadır. Sistemin üç ana üniteden (A-Parçalama ve tartım; B-Silolama ve silo ünitesi C-İzleme ve veri toplama ünitesi) oluşmaktır. Sistemde; silolama işlemi sıkıştırma (Silo 1) ve vakumlama (Silo 2) ilkelerine dayanacak ve her iki siloda da eş zamanlı yapılabilecektir. Her bir silo içerisinde karbondioksit (CO2), oksijen (O2), sıcaklık, nem, pH ve basınç sensörleri yerleştirilecektir. Sistem sensörlerden gelen verileri sürekli kaydedecektir. Siloların altına yerleştirilecek yük hücrelerinin verileri de kaydedilecek ve siloların yoğunlukları belirlenecektir. Sistem, silo yönetimi için geniş bir veritabanı oluşturabilir ve saha koşullarına ilişkin önerilerde bulunma fırsatını sağlayabilir. Bu araştırma ile saha koşulları için minimum sıkıştırma süresi belirlenerek, saha koşullarına uygun metotlar geliştirilebilecektir. Yapılacak diğer çalışmalar için de temel bir araştırma olacaktır
ÇİKOLATA PRE-KRİSTALİZASYON KİNETİĞİNİN ve OLUŞAN POLİMORF ÇEŞİTLERİNİN BELİRLENMESİNE YÖNELİK REOMETRE TEMELLİ YENİ METOT GELİŞTİRİLMESİ |
Prof. Dr. İbrahi̇m PALABIYIK |
TÜBİTAK |
01.09.2019 |
01.02.2022 |
Çikolata üretimi karıştırma, inceltme, konçlama ve temperleme (pre-kristalizasyon) proseslerinden oluşmaktadır. Büyük öneme sahip temperlemede, hedeflenen kalitede (erimeye ve yağ kusmasına (FB) dirençli, uygun tekstür, parlaklık ve aromaya sahip) çikolata üretimi amacıyla kakao yağının (CB) yeterli miktarda βv polimorfuna kristalizasyonu hedeflenmektedir. Temperlemenin kontrolü için endüstride yaygın olarak tempermetre kullanılırken, bilimsel araştırmalarda DSC, XRD ve NMR cihazlarının da kullanıldığı görülmekte olup, 4-7 CTU (chocolate temper unit) hedef değerdir. Çikolata üretiminde bu değerlere ulaşılması, sektör açısından zor olmamakla birlikte günümüzde özellikle uygun olmayan temperleme kaynaklı FB’nin yaygın bir problem olduğu görülmektedir. Sektör uzmanları ile gerçekleştirilen görüşmelerde, sadece tempermetrenin yeterli olmadığını, benzer CTU değerlerine sahip çikolataların parlaklıklarının (yeterli temperlenme göstergesi) farklı olduğunu belirtmişlerdir. Bu da CTU değerinin polimorf çeşidi ile birlikte düşünülmesi gerekliliğini göstermekte ve alternatif yeni metotların geliştirilmesini veya halihazırda kullanılan metotların yenileriyle takviye edilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Aksi halde tempermetrenin hangi polimorf çeşidine göre sonuç verdiği belirsiz bir durumdur.
Ön-çalışmalarda elde edilen veriler ışığında, projeyle pre-kristalizasyon kinetiği ve gerekli süre hakkında öngörü sağlayabilecek, oluşan polimorf çeşitlerinin belirlenmesine yönelik, birkaç mg gibi düşük miktarda örnek kullanımı ile çok kısa bir sürede gerçekleştirilebilecek reoloji temelli alternatif, yeni, etkili, efektif, uygulaması kolay ve hızlı bir metot geliştirilecektir. Pre-kristalizasyon kinetiğinin belirlenmesi aşamasında örneklerde depo (G') modül değerlerinin kristalizasyona bağlı olarak değişimi incelenecek ve pre-kristalizasyon aşamasındaki G' değerinin zamana bağlı değişim verileri kullanılarak kristalizasyon kinetiği modellenerek, bu aşamanın tamamlanması için gerekli süre hesaplanabilecektir. Ayrıca, pre-kristalizasyon aşamasında oluşan polimorf çeşitlerinin belirlenmesine yönelik, pre-kristalizasyon prosesi sonrasında sıcaklık artışı reometreyle uygulanacak ve örneklerin G' değerlerinin sıcaklığa bağlı değişimleri incelenerek, polimorfların farklı sıcaklıkta erime özelliklerinden faydalanılarak, pre-kristalizasyon aşamasında oluşan polimorf çeşitleri hakkında bilgi edinilebilecektir. Reometre ile polimorf çeşitlerinin belirlenmesine yönelik çalışmalar ısıtma/soğutma sistemli mikroskop, DSC ve XRD cihazlarıyla desteklenecek ve reometrenin polimorf çeşitlerinin belirlenmesinde ne derecede etkili olabileceği belirlenecektir.
Proje kapsamında, CB’nın ve farklı çikolata çeşitlerinin (sütlü, bitter ve beyaz), farklı proses koşullarının (sıcaklık, shear, pre-kristalizasyon prosesi sonrası soğutma sıcaklığık ve hızı) ve çeşitli CB ikamelerinin kullanımının ve temperleme alternatifi bir teknik olan tohumlama yönteminde ilave edilen tohum konsantrasyonunun ve bu yöntemde uygulanan proses koşullarının (sıcaklık ve shear) pre-kristalizasyon davranışı üzerine etkileri incelenecektir. Bunlara ilave olarak tempermetre ile elde edilen CTU değeri ve reometre ile belirlenen polimorf çeşitleri arasındaki ilişki araştırılacak ve polimorf çeşidi özellikle de hedef kristal olan βv formu dikkate alınarak, çikolata örnekleri için en uygun olabilecek temper indeks değeri belirlenecektir. Ayrıca örneklerin DSC/XRD sonuçları ve sıcaklığa bağlı elde edilen mikroskop görüntüleri ile temper indeks değeri arasındaki ilişkiler de proje çalışmaları kapsamında incelenecektir. Reometrenin çeşitli proses simülasyonları için uygunluğu ve düşük numune ihtiyacı, etkin, hızlı ve düşük maliyetli analiz avantajlarına sahip olması projenin önemini artırmaktadır. Proje sonuçlarının kaliteli ürün üretimine/tüketimine katkı sunması açısından sektöre ve tüketicilere faydası olacak olup, ayrıca makale ve kitap bölümü gibi bilimsel çıktıları da olacaktır.
Model Jellerde Tekstürel Özelliklere Bağlı Olarak Şeker Salınımının Belirlenmesi ve Nümerik Olarak Modellenmesi |
Prof. Dr. İbrahi̇m PALABIYIK |
TÜBİTAK |
01.09.2019 |
01.09.2020 |
Jel yapılar, sürekli faz olan katı fazda sıvı fazın dağılması ile oluşan iki fazlı sistemler olup, çok çeşitli gıdaların yapısını oluşturmaktadır. Çiğnenebilir şekerleme ve diğer bazı jel yapıya sahip gıda ürünlerinde hedef yapının sağlanması amacıyla, stabilizatör olarak tanımlanan ‘hidrokolloid’ bileşenler kullanılmaktadır. Kullanılan hidrokolloid türü ve miktarı, son ürününün başta tekstürel olmak üzere kalite özellikleri yanı sıra sınıflandırmasını (örneğin jelly, gummy gibi) belirlemektedir. Tüketicilerin gıdaları tercih nedenleri arasında algıladıkları tatlılık düzeyi ve tekstürel özellikler etkili olmaktadır. Tüketim esnasında, gıda matriksinde yeralan şekerin oral kavitedeki salımının gıdanın türüne göre değişiklik gösteren oranlarda gerçekleştiği, dolayısı ile bileşim esaslı teorik tatlılık düzeyi ile algılanan tatlılık seviyesi arasında bu salınıma bağlı olarak farklılık bulunduğu düşünülmektedir. Bu durum ise, ilgili bileşenin salınım düzeyini optimize ederek daha düşük düzeyde şeker kullanımı ile aynı düzeyde tatlılık algısının oluşturulması imkanını sağlayabilir.
Ayrıca, hidrokolloidlerin bileşiminde kullanıldığı jel yapıların tekstürel özelliklerinin, şeker difüzyonu ve dolayısıyla oral salımı üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Dolayısı ile bu etkileşimin (tekstürel özellik x şeker salımı ilişkisi) deneysel çalışmalar dışında nümerik modelleme çalışmasıyla tespit edilmesi, farklı tekstürel kalite özelliklerine sahip, potansiyel kalori düzeyi optimize edilmiş ürünler geliştirme imkanı oluşturacaktır.
Bu projede, endüstriyel uygulamalar ile bilimsel literatür esas alınarak şekerleme üretiminde yaygın kullanıma sahip jelatin (200 Bloom, 250 bloom, 150 bloom), yüksek amilozlu nişasta ve yüksek metoksilli pektin olmak üzere beş farklı hidrokolloidin kullanımı sonucu farklı tekstürel özelliklere sahip şekerleme ürünleri için model jel yapılar oluşturulacaktır. Elde edilecek model jellerin tekstürel özellikleri ve kırılım noktaları belirlenecektir. Oluşturulan model jel yapıların tekstürel özellikleri yanısıra, farklı teknikler (mikser ortamı, tekstür analiz cihazı ile salım) kullanılarak, hazırlanacak yapılara ait matrikslerden salınan şeker düzeyleri belirlenecektir. Elde edilen sonuçlar, nümerik modelleme için veri girişi olarak kullanılacaktır. Bu amaçla, farklı hidrokolloidlerin dört farklı konsantrasyonu kullanılarak %30 şeker içeriğine sahip şekerli jel yapıda modeller elde edilecektir. Şeker olarak yaygın kullanıma sahip sakkaroz kapsama alınmıştır.
Model jellerin tekstürel özelliklerinin şeker salınımına etkisinin araştırılması amacıyla 2 farklı ‘in vitro’ ortam oluşturulacaktır. Farklı ‘in vitro’ ortamında şeker salınımı; (i) model jel örneklerinin mikser ortamındaki salınımı, (ii) birinci yönteme ek olarak çiğneme işleminin modellemek amacıyla tekstür cihazıyla şeker salınımı. Çalışma sonucunda, farklı ‘in vitro’ ortamında gerçekleştirilecek hidrokolloid ürünlerin türü ve miktarına bağlı olarak farklı tekstürel özelliklerin, model jellerde şeker salınımı üzerine etkisi belirlenecektir. Literatürde kısıtlı olarak ele alınan şeker salımının hidrokolloid türlerine ve miktarına göre belirlenerek kıyaslanması ve tekstür özellikleriyle ilişkilendirilmesi, elde edilen deneysel veriler ile gerçekleştirilecektir. Deneysel çalışmada farklı hidrokolloid türü ve miktarı için belirlenen şekerin difüzyon katsayısı (Deff) nümerik modelleme çalışmasında kullanılacaktır. Modelleme çalışmasında tekstürel özellikler ve eş zamanlı kütle transferini bir arada çözebilmek amacıyla sonlu elemanlar yöntemi kullanılacaktır. Bu amaçla, Comsol paket programı kullanılacak, şekerli jellerin tüketimi esnasında meydana gelen difüzyon ile tekstürel özelliklerin kuramsal olarak incelenmesi ve deneysel sonuçlarla uyumlu sonuçların elde edilebildiği modeller oluşturulacaktır.
Atıktan geri dönüşüm yolu ile elde edilen Fe3O4@AC Manyetik Nanoparçacıklarının β-siklodekstrin ile inklüzyon komplekslerinin hazırlanması, karakterizasyonu, kumaşa aplike edilmesi ve Güç tutuşurluk, UV geçirgenlik ve Elektromanyetik Kalkanlama özelliklerinin incelenmesi |
Prof. Dr. Ayli̇n YILDIZ |
TÜBİTAK |
15.11.2019 |
15.11.2020 |
Buğdaydan sonra en çok tüketilen en önemli tahıllardan birisi çeltiktir. 2013 yılı verilerine göre ülkemizde yaklaşık 110.600 ha ekiliş alanı ile 900.000 ton çeltik üretimi yapılmaktadır. Marmara bölgesi, çeltik üretim alanlarının %70’e yakın kısmına sahiptir. Trakya bölgesi ise Edirne ilinde bulunan 43.000 ha üretim alanı ve 362.000 ton çeltik üretimiyle ülkemiz çeltik üretim alanlarının %39’luk kısmına sahiptir (TUİK, 2013). Çeltik bitkisi sap/tane oranı bakımından incelendiğinde ~1/2 oranına sahiptir. Bu durum hasat sonrası tarla yüzeyinde ~350-400 kg sap kaldığını göstermektedir. Çeltik bitkisi bir su bitkisi olması nedeni ile içerisinde bulundurduğu yüksek orandaki silisyumdan dolayı kolay parçalanamamaktadır. Çiftçiler bu artık sapları yakma yoluna gitmektedirler ki bu da yasalar kapsamında yasaklanmış olan anız yakma uygulamasına girmekte ve çevreci bir uygulama olmamaktadır. Proje kapsamında tarımsal atık olarak bölgemizde yoğun bir şekilde üretimi yapılan çeltik artıklarının karbürizasyonu ile bu atıkların anız yakma yolu ile yok edilmeye çalışılması yerine; termokimyasal dönüşüm yöntemlerinden birisi olan yavaş piroliz yöntemi ile karbona dönüştürülerek değerlendirilmesi sağlanacaktır. Araştırmada ayrıca bölgede yaygın tarımı yapılan çeltik kanola, ayçiçeği ve çam ağaçları budama atıkları gibi farklı tarımsal atıklardan da üretilecek karbonlar denenecektir. Kullanılan tarımsal atıkların belirlenmesinde atığın hayvan yemi ya da benzeri bir farklı değerlendirilme olasılığının az olduğu ürünler seçilecektir. Elde edilen karbon, aktif hale getirildikten sonra reflux metodu kullanılarak Fe3O4’e bağlanacak ve Fe3O4@AC manyetik nano parçacıkları (MNP) elde edilecektir. Hazırlanan bileşiklerin yapıları FTIR, TGA, XRD, SEM ve EDX kullanılarak analiz edilecek ve doğrulanacaktır. Bu analizlerden sonra hangi bitkiden en çok karbon bağlanabileceğine de karar verilecektir. Elektrik, manyetik ve optik özellikleri nedeniyle Magnetit (Fe3O4) gibi manyetik nano-malzemeler son yıllarda araştırmacıların dikkatini çekmiş ve çok farklı yerlerde kullanım alanı bulmuştur. Elde edilecek MNP’ların uygulama esnasında en büyük sorunu çözünürlüğünün olmaması ve manyetik malzeme olduğu için topaklaşma yapmasıdır. Bunu ortadan kaldırmak amacı ile β-siklodekstrin ile inklüzyon kompleksi haline getirilerek çözünürlüğü artırılacaktır. Bu komplekslerin karakterizasyonu FTIR, TGA ve SEM ile yapılacaktır. Elde edilen Fe3O4@AC MNP’in β-siklodekstrin inklüzyon kompleksleri 0 pamuk ve 0 poliester kumaşlara emdirme yöntemi ile aplike edilecek ve elde edilen kumaşlara farklı özellikler kazandırılacaktır. Fe3O4@AC MNP’in β-siklodekstrin inklüüzyon kompleksleri aplike edilmiş kumaşlara elektromanyetik kalkanlama ve güç tutuşurluk testleri uygulanacaktır. Böylelikle atıktan elde edilmiş bir malzeme ile fonksiyonel bir tekstil ürünü elde edilmiş olacaktır.
Havza Bilgi Sistemi Geliştirilmesi |
Prof. Dr. Ahmet KUBAŞ |
TÜBİTAK |
12.03.2017 |
11.02.2020 |
Ülkemizdeki 25 havzadan biri olan Ergene havzası, İstanbul'a yakınlığı ve sanayileşmenin
de etkisiyle İstanbul'un bir alt bölgesi durumuna gelerek 1980’lerden itibaren hızlı bir gelişme
sürecine girmiştir. Bu gelişme, bölgenin su kaynakları üzerindeki baskıyı artırmış ve
beraberinde birçok çevre sorununun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Özellikle endüstriyel
faaliyetlerden kaynaklanan atıksuların kontrolsüz deşarjları sebebiyle Ergene Nehri ve Çorlu
Deresi ciddi derecede kirlenmiştir. Havzada su ihtiyacı büyük oranda yeraltı suyundan
karşılanmaktadır ve bu durum havzadaki yeraltı suyu seviyesinin bazı bölgelerde 100 m’ye
kadar düşmesine sebep olmuştur. Mülga Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Su Yönetimi Genel
Müdürlüğü, Ergene Havzası’nı öncelikli havzalar listesine almış ve çeşitli eylem planları
geliştirerek havzadaki önemli su kaynaklarının iyileştirilmesine yönelik çalışmalara
başlamıştır.
Bilgi sistemlerinin geliştirilmesi 1960’lı yıllara dayanmakla birlikte, havza bilgi sistemi
uygulamaları ancak 1990’lı yılların ilk yarısında başlamıştır. Bunun bir adım ötesinde olan
web tabanlı havza bilgi sistemleri ise 2000’li yılların başında bölgede yaşayan insanların,
özellikle bulundukları havzada, su ile ilgili bilgi edinme isteğine bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Havza Bilgi Sistemi Geliştirilmesi Projesi ile bugüne kadar Türkiye’de uygulaması
yapılmamış olan web tabanlı bir havza bilgi sisteminin Ergene Havzası için oluşturulması
hedeflenmiştir. Bu hedef kapsamında, Ergene Havzasının bütüncül olarak yönetimine imkân
verecek şekilde mevcut verilerle geliştirilmiş bir veritabanı oluşturulmuş ve bir araya getirilen
veriler ışığında mevcut su kalitesi ve su miktarının ortaya konularak tüm bu bileşenlerin yine
havza ölçeğinde değerlendirilmesini sağlayacak web tabanlı bir sistem kurulmuştur. Beş
farklı iş paketinden oluşan proje kapsamında, farklı kurumlarda bulunan veriler tek bir
şemsiye altında toplanmış, tarihsel veriler güncel verilerle desteklenerek modelleme
çalışmaları gerçekleştirilmiş, çeşitli standart senaryo analizleri ile geleceğe dönük
değerlendirmeler yapılmış ve böylece su talepleri ile çevresel baskılar arasındaki dengeyi
koruyabilmek için web tabanlı bir bilgi sistemi oluşturulmuştur. Bunlara ilave olarak bir diğer
önemli faaliyet, havzanın mevcut sosyo-ekonomik durumu ortaya konarak, veritabanından
elde edilen öngörüler ışığında havzadaki çiftçilerle birebir görüşmeler yapılmak suretiyle
geleceğe dönük öneriler sunulmuştur.
Ayçiçeği Sapını Biçerdöverle Hasat Sırasında Parçalayan Bir Parçalama Ünitesinin Geliştirilmesi Olanaklarının Araştırılması |
Prof. Dr. Bi̇rol KAYİŞOĞLU |
TÜBİTAK |
15.11.2008 |
15.11.2010 |
Bitkisel üretimin önemli aşamalarından birisi olan hasat sırasında, tarlada kalan bitki artıklarının parçalanarak toprağa yeniden karıştırılmasıyla, toprağın fiziksel ve mikrobiyolojik yapısının korunması ve iyileştirilmesi sağlanmaktadır. Ayrıca, bu işlemle tohum yatağı hazırlama ve ekim aşamaları da kolaylaşmaktadır.
Trakya Bölgesinde, özellikle de Tekirdağ ilinde, yoğun tarımı yapılan ayçiçeği bitkisinin, hasat sonrasında tarlada kalan sapları, boyut ve yapısı nedeniyle, tahıl gibi diğer tarla bitkilerinden daha zor parçalanmakta ve toprağa karıştırılmaktadır. Ayrıca, bu sapların çürümesi de zor olduğundan, parça boyutlarının mümkün olduğunca küçük olması istenmektedir. Bölgede, bu amaçla genellikle freze tipi parçalayıcılar ve diskaro benzeri toprak işleme aletleri kullanılmaktadır. Ancak, bu makinelerin hepsi hasattan sonra tarlaya girmekte ve ayrı bir teknolojik işlem gerektirmektedir.
Bu projede, tarlada fazladan işlem yapmadan, sapı hasat sırasında parçalamak için, biçerdöver tablasının altına yerleştirilen bir parçalama ünitesi geliştirilmesi düşünülmüştür. Böylece, hem zaman, hem işgücü, hem de enerji tasarrufu sağlanmış olacaktır. Ayrıca, tarla trafiği de azalacaktır.
Bu ünite hareketini biçerdöver motorundan alacak, zincir dişli bir mekanizma ve dişli kutusuyla parçalama ünitelerinin bulunduğu mile iletecektir. Her bir bataryada 3 adet parçalama bıçakları olacak, biçerdöverin iş genişliğine bağlı olarak batarya sayısı değişecektir. Geliştirilecek parçalama ünitesinin başarılı olması ve yaygın kullanımının sağlanması durumunda, bölge ve ülkemiz için oldukça önemli katma değer sağlanmış olacaktır.
İki yıl sürmesi düşünülen proje, Trakya Bölgesinde Tekirdağ ve Kırklareli sınırları içinde, ayçiçeği ekili alanlarda yürütülecektir.
Çeltik saplarının gazlaştırılması için mekanik karıştırıcılı aşağı akışlı prototip bir gazlaştırıcı tasarımı |
Prof. Dr. Bi̇rol KAYİŞOĞLU |
TÜBİTAK |
15.09.2013 |
15.09.2015 |
Biyokütle, alternatif enerji kaynaklarından en önemli olanıdır. Yenilenebilir ve çevre açısından temiz bir enerji kaynağıdır. Biyokütle enerji dönüşümü yöntemlerinden biri olan gazlaştırma, katı yakıtın termal bozunma ile karbon monoksit ve hidrojen açısından zengin yanıcı bir gaz ürününe dönüşmesidir. Yakıtın normal yanma için gerekli olan hava miktarından daha az havayla yakıldığı kısmi bir yanma sürecidir. Bu süreçte kömür, petrol ve biyokütle gibi karbon materyalleri birincil olarak CO, CO2, CH4 ve H2 içeren gaza dönüşmektedir ve bu gaz ısıl ve/veya elektriksel enerji elde etmede kullanılmaktadır.
Ülkemiz çeltik üretiminin %44,5’i Trakya bölgesinde (Edirne, Tekirdağ, Kırklareli illerinde) yapılmaktadır; bu miktar 392.471 dekar ekili alanda 383.136 ton çeltik üretimi olarak bildirilmektedir. Çeltik üretimi yapılan alanlarda hasattan sonra yaklaşık 500 kg/da çeltik sapı tarlada kalmaktadır. Bölgedeki çeltik üretim alanları dikkate alındığında her yıl yaklaşık 200.000 ton çeltik sapının tarlada kaldığını söylemek mümkündür. Hasat sonrası toprağın ve sapların yüksek nem içeriğine sahip olması, sapların parçalanmasını, dolayısıyla bir sonraki üretim için gerekli teknolojik işlemleri zorlaştırmakta, yasak olmasına rağmen çiftçiler sapları bir şekilde yakarak ortadan kaldırma yolunu seçmektedirler. Yapılan araştırmalar çeltik sapının ortalama 15 MJ/kg enerji içeriğine sahip olduğunu bildirmektedir (Kargbo, 2010). Bu durumda atık enerji 3x109 MJ olarak hesaplanmakta ve yaklaşık %65 verimle (Jain, 2006) gazlaştırılması halinde bölgede yılda yaklaşık 1,95x109 MJ enerji kazancı sağlanacağı öngörülmektedir. Bunun yanı sıra sapın yakılması çevre kirliliğini ve CO2 emisyonunu arttıran olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu durum, bölgede çeltik sapının farklı şekillerde değerlendirilmesi için yeni teknolojiler kullanılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu teknolojilerden en önemlisi, gazlaştırmadır. Tarla koşullarında yakmadan 1/6 oranında daha az oksijen tüketen bu yöntemle elde edilecek gaz, yöre çiftçilerinin kurutma işlemi, elektrik enerjisi gereksinimlerini karşılama gibi amaçlarla kullanıldığında önemli ölçüde ekonomik katkı sağlama potansiyeline sahiptir. Ayrıca, CO2 emisyon oranı azaltılarak çevre kirlenmesinin önüne geçilecek, gazlaştırma teknolojilerinin geliştirilmesi ve kullanımının yaygınlaştırılması açısından ekonomik ve teknolojik katkı sağlayacaktır.
Bu projede, çeltik sapını en uygun şekilde gazlaştırabilecek sabit yataklı aşağı akışlı mekanik karıştırıcılı bir gazlaştırıcı reaktör tasarımı amaçlanmıştır. Çeltik sapı, içerdiği SiO2 ve alkalilerin miktarının ve yatak içerisindeki sıcaklıkların yüksek olması sebebiyle aglomerasyon ve kristalleşme (camsı yapı) riski taşıyan bir biyokütle olduğundan, bunun sistemin çalışmasına yapacağı olumsuz etkilerin iyileştirilmesi ve önlenmesi doğrultusunda yapılacak konstrüktif çalışmalar ve modifikasyonlar bu çalışmanın temelini oluşturacaktır. Sistemin çalışma parametreleri de bu doğrultuda optimize edilecek, uygun çalışma koşulları tespit edilecektir.
Tasarımı yapılacak sabit yataklı aşağı akışlı reaktör, aglomerasyonun oluşumunu engellemeye yönelik mekanik karıştırıcılı bir sistem olarak düşünülmektedir. Mekanik karıştırıcı yakıt ve sıcaklık dağılımının yatak içerisinde dengelenmesini destekleyerek sıcaklıkların kontrol altında tutulmasına yardımcı olacak ve reaktör kesiti içerisinde olabilecek bloklanmaları önleyecek yönde tasarlanacaktır. Gazlaştırıcı, boğazsız ve boğazlı aşağı akışlı sistemler arasında dönüşüme izin verecek ve karıştırıcı, her iki sistemde de denenerek elde edilecek verilerin karşılaştırılması olanağı sağlanacaktır. Mekanik karıştırıcı, yapılacak denemeler doğrultusunda şekil, konum, karıştırma sürekliliği ve frekansı açısından optimize edilerek nihai şeklini alacaktır. Çalışma sıcaklıkları kontrollü bir şekilde arttırılarak gaz konsantrasyonları izlenecek ve camlaşma oluşumları kontrol edilecek, geliştirilen sistem için optimum çalışma sıcaklık aralığı tayin edilecektir. Mekanik geliştirmelerin etkinliğini arttırmak için gerek duyulması halinde, proses şartlarını destekleyici olarak, aglomerasyona ve camlaşmaya yol açan ötektik oluşumlarını azaltmak üzere yakıt hazırlama sırasında yıkama gibi bazı ön iyileştirmeler yapılmış numunelerin de denenmesi, proses ortamında alkalilerin olumsuz etkilerini azaltacak bazı katalizörlerin kullanılması gibi işlemler uygulanacak ve sonuçları değerlendirilecektir.
Elde edilecek gazın ısıl amaçlı kullanılması düşünüldüğünden, gaz sadece reaktör çıkışındaki bir siklonla temizlenecektir. Analizi yapılacak gaz numunelerinin şartlandırılması için ise bir gaz yıkayıcı, bir kuru filtre kullanılacaktır. Sistem negatif basınçta çalışacak ve emişi bir vakum fanı sağlayacaktır. Hattın sonunda da bir yakıcı ünite ile elde edilen gazın yanması sağlanacaktır. Basınç, sıcaklık ve debi gibi sistem parametreleri deneyler süresince izlenecek ve kaydedilecektir. Gazın analizi bir Agilant 7890A GC (Gaz Kromotografi), cihazı ile yapılacak, analiz sonuçları bilgisayar aracılığıyla kaydedilerek değerlendirilecektir. Biyokütle yakıtlarını hazırlamak amacıyla parçalama ve peletleme üniteleri bulunan bir işletmeden destek alınacaktır.
Proje 2 yıl süreli olarak planlanmıştır. Bu çalışma sonunda, Trakya Bölgesi çeltik sapları tarımsal atıklarının değerlendirilmesine ve sabit yataklı küçük ölçekli gazlaştırıcılarda çeltik sapının kullanılmasına ilişkin sorunların çözümüne, tasarlanarak geliştirilecek bu sistemle katkıda bulunulmuş olacak, elde edilecek gazın ısıtma amaçlı kullanıma uygunluğu değerlendirilecek, sistemin daha büyük ölçeklere taşınması olanakları analiz edilecektir. Bölge ve ülkemiz için oldukça önemli katma değer sağlanmış olacaktır.
Trakya Bölgesi Doğal Florasındaki Üçgül (Trifolium L.-Fabaceae) Türlerinin Taksonomisi, Dağılımı, Fenolojik, Morfolojik ve Bazı Kimyasal Özellikleri |
Prof. Dr. Adnan ORAK |
TÜBİTAK |
01.03.2020 |
01.03.2023 |
Ülkemiz dünyanın önemli gen merkezleri arasında bulunmakta ve çok sayıda bitki türüne ev sahipliği yapmaktadır.
İnsanoğlunun avcılıktan yerleşik yaşama geçiş dönemine ait ilk kalıntılar, Çatalhöyük sonrasında Göbeklitepe de bulunmuştur. Çok sayıdaki bitki türünün (12.700 adet) ülkemiz coğrafyasında bulunmasından dolayı Anadolu pekçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Yabancı araştırıcılar Vavilov, Zukovsky ve Davis yaptıkları araştırmalarda sahip olduğumuz gen kaynaklarını belirlemişlerdir.
Trakya Bölgesi alan olarak Türkiye yüz ölçümünün 1/36’ sını kaplamasına rağmen sahip olduğu doğal zenginliği ile çok sayıda bitki türünü barındırmaktadır. Ancak iklim değişikliği ve amaç dışı kullanım bazı türlerin yok olmasına sebep olmaktadır.
Bölgedeki üçgül türlerinin birçoğu yıllardır ithal edilerek tarımsal üretimde kullanılmaktadır. Yapılan araştırmalara göre; Trakya bölgesinde 63 üçgül türü olduğu saptanmış, ancak birçoğunun tarıma kazandırılması konusunda yapılmış bir çalışmaya rastlanmamıştır.
Sunulan proje ile bölgeki üçgül türlerinin taksonomisi, dağılımı, fenolojik, morfolojik ve bazı kimyasal özellikleri belirlenecektir.
İskelet Displazilerindeki Vertebral Kolon Anomalilerin Radyolojik Görüntüye Dayalı Yapay Zeka Tanısı |
Öğr. Gör. Dr. Vi̇ldan ATALAY AYDIN |
TÜBİTAK |
01.12.2019 |
01.06.2021 |
İskelet displazileri oldukça geniş bir genetik hastalık grubudur. Bu grup hastalık içinde 400 den fazla klinik görünüm vardır. Bu hastalıkların tanısı için en sık başvurulan yöntemlerden biri radyolojik görüntülemelerdir. İskelet displazilerinin kemiklerde bulgu veren radyolojik görüntülerinin değerlendirilmesi bilgi, tecrübe ve zaman gerektirir. Hastalığın X-ray bulgularının tanınması ve uyumlu olduğu klinik ile eşleştirilmesi çok önemli bir aşamadır. Hastalığa doğru yaklaşımda bulunmak, doğru genetik test seçimi için kritiktir. Böylece hastaya en kısa sürede kesin tanı konabilir, hasta ve ailesi doğru bir şekilde izleme alınabilir. Ek olarak lüzumsuz genetik test istemi de azaltılabilir. Günümüzde görüntü verileri üzerinden tanısal yaklaşım, tıbbın bazı alanlarında kullanılmaya başlamıştır. Bunlar içinde dismorfik sendromların yüz tanıma programı ile tanınması son yıllarda büyük ilgi çeken araştırma konularından biri olmuştur. FacetoGene programı ile, 3 boyutlu görüntülerden yararlanılarak, hastalıklardaki standart yüz görüntüleri yazılımsal boyutta dijital ortama taşınmakta ve tanısı kesin hastaların yüz görüntüleri ile karşılaştırılmaktadır. Bu şekilde, çok sayıda dismorfik sendrom arasından en olası ön tanılara dakikalar içerisinde ulaşılabilmektedir.
Aday projede, yüz tanıma programına benzer şekilde, röntgen grafilerindeki vertebral kolona ait patolojilerin saptanmasını bilgisayar programı aracılığı ile otomatik olarak yapabilmek planlanmıştır . X-ray filmlerindeki radyolojik görüntünün yazılımsal karşılığı oluşturulacak ve program, yüklenen görüntüdeki normal ve patolojik ayrımını yapabilecektir. Bunu takiben X-ray görüntüdeki mevcut anomali bilgisayar programınca tanımlanacaktır. Program aşamalı olarak geliştirilecek, zaman içerisinde daha fazla bölgedeki patolojileri saptayabilecek ve iskelet sistemindeki anomalileri ya da normalden sapmaları tanıyabilecek düzeye getirelecektir. Vertebral kolon anomalileri, standardizasyonu daha kolay olması nedeniyle prototip bölge olarak seçilmiştir. Başarılı bir pilot uygulama oluşturulması durumunda, geri kalan anatomik bölgelerin verileri de aynı şekilde uygulamaya katılarak, çok fonksiyonlu bir ön tanı programı elde edilebilecektir. Böylece gerek radyologların gerek klinik genetic uzmanlarının gerekse de bu konularda eğitim alan uzmanlık öğrencilerinin hastalara tanısal yaklaşım, film değerlendirme açılarından zamansal ve eğitimsel doğru şekilde yaklaşımları olası hale gelebilecektir. Çalışmanın dizaynı tamamen iskelet anomalileri, yapay zeka, bilgisayar ve bilgisayar programları üzerine kurgulanmıştır.
Trakya Bölgesinde Yetişen Bazı Circium Türlerinden Sekonder Metabolitlerin İzolasyonu, Ki,myasal Yapılarının Aydınlatılması ve Bazı Biyolojik Aktivitelerinin Belirlenmesi |
Prof. Dr. Temi̇ne ŞABUDAK |
TÜBİTAK |
10.06.2016 |
10.01.2018 |
Proje Özeti
Son yıllarda bitkilerdeki etken maddelerin izolasyonu ve etkilerinin araştırılması bilimin odağı haline gelmiştir. Bitkiler ve bitkilerdeki etken maddeler farmakoloji endüstrisinde önemli bir yere sahiptir. Bu etken maddeler arasında yeralan sekonder metabolitler fitosteroller, terpenler, terpenoidler, alkaloidler, fenolikler, flavonoidler gibi bileşiklerdir. Bu bileşiklerin, birçok sektörde hammadde olarak kullanılması ve insan sağlığı üzerindeki olumlu etkilerinin belirlenmesi; araştırıcıların; hem bu bileşiklerin elde edilme metotlarının geliştirilmesi, hem de etki mekanizmalarının belirlenmesi üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu nedenle bitkilerin içerdiği sekonder metabolitlerin izolasyonu ve etkilerinin ortaya konması son derece önemlidir.
Bu projede, Trakya bölgesinde yetişen, biyolojik ve kimyasal özellikleri araştırılmamış olan, Cirsium creticum (Lam.) d'Urv. subsp. creticum (Asteraceae) ve Cirsium italicum (Savi) DC. (Asteraceae) ekstrelerinin, flavonoid / fenolik bileşiklerinin izolasyonu ve moleküler yapılarının açıklanması ile uçucu bileşiklerinin tayini gerçekleştirilecektir. Ayrıca, ham ekstrelerin ve izole edilen saf maddelerin; toplam flavonoid/fenolik içeriği, antioksidan, antimikrobiyal ve antifungal aktivitelerinin belirlenmeside projenin amaçları arasında bulunmaktadır. Literatürde, C. creticum (bir makale hariç) ve C. italicum bitkisinin, kimyasal içeriği ve biyolojik aktivitesiyle ilgili bir çalışmaya rastlanmamıştır. Dolayısıyla yapılacak olan bu çalışma ilk defa literatüre sunulacağından dolayı özgünlük kazanmaktadır.
Cirsum Mill. (Köygöçüren) cinsine ait olan birçok taksonun halk arasında değişik amaçlar için yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Genellikle tohum, kök, gövde ve çiçeklerin kaynatılması ile hazırlanan ekstraksiyonlar, varis, hemoroid, peptik ülser, öksürük ve bronşit gibi başlıca rahatsızlıkların tedavisinde kullanılmaktadır (Loizzo ve ark, 2004; Orhan ve ark, 2007; ). Yeşilada ve ark. (1999) ülkemizin kuzeybatı bölgesinde, C. italicum (Savi) DC. tohumlarının (kısa kangal) kaynatılarak hazırlanan ekstraksiyonları sabahları aç karnına içildiğinde hemorid tedavisinde etkili olduğunu rapor etmişlerdir. Genç ve Özhatay (2006), Çatalca’da (İstanbul) yapmış oldukları etnobotanik çalışmasında C. creticum subsp. creticum (eşekçalısı) taksonunun meyvelerinin ise halk arasında mantar zehirlenmelerine karşı kullanıldığını tespit etmişleridir. Yine başka bir çalışmada ise C. creticum subsp. creticum taksonunun gövdelerinin kabuklarının soyulup çiğ olarak yenildiği yada yemeğinin yapıldığı bildirilmiştir (Kızılarslan ve Özhatay, 2012).
Flavonoidler, bitkilerde antioksidan (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997), enzim inhibitörü (Harborne ve Williams, 2000; Seralini ve Moslemi, 2001; Sarno vd., 2002) ve aynı zamanda UV ışınlarından koruma (Shirley, 1966) gibi önemli özelliklere sahiptir. Son yıllarda flavonoidlerin, endüstrinin çeşitli alanlarında kullanılması için yürütülen araştırmaların sayısı artmaktadır. Bu bileşiklerin antioksidan özellikleri, çeşitli ürün ve malzemeyi boyama yetenekleri, metallerle bileşik oluşturma özelliklerinden dolayı besin, tekstil, deri, metallurji, tıp, ziraat ve benzer alanlarda kullanılma olasılıkları artmaktadır (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997). Bu nedenle yeni flavonoidlerin elde edilmesi ve kullanım alanlarının genişletilmesi güncel ve önemli konular arasında bulunmaktadır.
Antioksidanlar canlı metabolizmalarda serbest radikallere karşı savaşan moleküllerdir. Serbest radikaller vücudumuzun yapı taşları olan hücrelere zarar verirler damar sertliği, kalp hastalıkları ve kanser gibi çeşitli hastalıklara sebep olmaktadır (Floyd, 1990; McCord, 1985). Flavonoidlerde, antioksidan özelliklerinden dolayı, gıda sanayinde ve koruyucu tıpta kullanılan doğal antioksidanlardır ve bitki ekstrelerinde bol miktarda bulunmaktadırlar (Özyurt, 2005). Yapılması planlanan çalışmada, ilk önce ham ekstrelerde toplam flavonoid / fenolik miktarı ve toplam antioksidan aktivite tayini yapılacak, daha sonrada izole edilen saf maddelerde, beş yöntem kullanılarak (DPPH radikali giderimi aktivitesi, süperoksit anyon radikali giderimi, ABTS katyon radikali giderimi, ferik iyon indirgeme,Cuprac ve β-karoten-linoleik asit yöntemleri göre antioksidan tayini) antioksidan aktivite araştırılacaktır.
Çalışma materyalleri, haziran-ekim ayları arasında Trakya bölgesinden toplandıktan sonra, gölgede kurutulacak ve toz haline getirilecektir. Daha sonra seçilen Cirsium türleri, %80 lik etanol ile oda sıcaklığında maserasyon yöntemine göre ekstrakte edildikten sonra polarite artış sırası ile n-hekzan, diklorometan, etilasetat ve n-bütanol ile ekstrakte edilecektir. Elde edilen ham eksrelerin toplam fenolik/flavonoid (Amarowicz, et al. 2005; Moreno, et al., 2000) miktarı saptanacaktır. Ayrıca, ham ekstrelerde, antioksidan, antimikrobiyal (Anonymous a, 2012; Anonymous b, 2012) ve antifungal (Anonymous b, 2008) aktivite çalışmasıda yapılacaktır. İzolasyon çalışması için, biyolojik aktivitesi yüksek olan ekstreler seçilerek, silikajel, poliamid, sefadeks LH-20, dolgu maddeleri içeren kolonlarda ilk ayırıma tabi tutulduktan sonra alt fraksiyonlar RP-HPLC ile saflaştırılacaktır. İzole edilen saf maddelerin yapıları, 1D, 2D NMR teknikleri, LC-Q-TOF, HRMS, IR ve UV spektrofotometreleri kullanılarak açıklanacaktır. Bununla birlikte, izole edilen saf maddelerin antioksidan, antifungal ve antimikrobiyal aktiviteleride tayin edilerek ilaç olma potansiyelleri araştırılacaktır. C.creticum ve C. itlaicum’un n-heksan ekstreslerindeki uçucu bileşiklerin tayini GC-MS/MS yöntemi kullanılarak gerçekleştirilecektir.
Projenin başarılı bir şekilde sonuçlanmasıyla; literatüre, başta kimya bilimi olmak üzere eczacılık, tıp ve benzeri bilimlere, farklı biyolojik aktivite çalışma alanlarına ve yeni bitki droglarının hazırlanması alanında, doğal bileşikler /ilaç endüstrisine katkı sağlanması söz konusu olabilecektir. Ayrıca, Cirsium türlerinin kemataksonomik bakımdan değerlendirilmesi yapılacak ve bu türlerden yeni biyolojik aktif flavonoidlerin izolasyonu gerçekleştirilecektir. Antimikrobiyal aktivitesi yüksek bulunan saf maddelerin, enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde, bazı sentetik antibiyotiklere alternatif olarak kullanılabilecek ve antifungal aktivitesi yüksek olan saf maddelerinde mantar hastalıklarının tedavisinde kullanılabilecek potansiyel ilaca dönüşümü sözkonusu olabilecektir. Bunun yanında antioksidant aktivitesi yüksek olan maddelerin izolasyonuyla, gıda sektöründe ve koruyucu tıpta kullanılabilecek doğal antioksidanların tayini sağlanmış olacaktır.
Ekmek Mayası Fabrikası Artığı Eleküstü Mayadan İnvertaz Enzimi Üretimi |
Prof. Dr. Hasan Murat VELİOĞLU |
TÜBİTAK |
01.03.2020 |
01.09.2021 |
Projenin amacı maya fabrikalarının artığı olarak kabul edilen ve düşük bedelle satılan veya bertaraf edilen “eleküstü maya” olarak adlandırılan üründen, endüstride kullanıma hazır invertaz enzimi elde edilmesidir. İnvertaz, β-D-fruktofuranozidlerin terminal indirgen olmayan β-fruktofuranozid artıklarının hidrolizini katalizleyen enzimdir. Endüstride invert şeker şurubu üretimi, çikolata üretimi, frukto-oligosakkarit sentezi, kondanse süt üretimi, hayvan yemi üretimi ve bebek gıdası üretimi gibi birçok amaçla kullanılmaktadır. Ülkemizde endüstriyel olarak üretimi yapılmayan invertaz ithal edilmektedir.
Enzim üretimi, izolasyon, saflaştırma ve karakterizasyon gibi kapsamlı basamaklar içeren, en önemli maliyet kalemi enzimin üreticisi olan canlıyı geliştirmek veya tedarik etmek olan zahmetli ve maliyetli bir prosestir. Mikrobiyal enzim üretiminde, izolasyon ve saflaştırma gibi işlemlerin yapılması, belirli bir maliyet getirse de, en önemli maliyet kalemi, mikroorganizmanın geliştirilmesi sırasında kullanılan besin ortamı ve gelişme şartlarının sağlanması için yapılacak harcamalardır.
Projede invertaz kaynağı olarak kullanılacak “eleküstü maya”, maya üretiminin kurutma ve eleme aşamasında tamburlardan geçmeyen, birbirine yapışık halde kalarak aktivite kaybına uğrayan, çoğunlukla canlı ancak zayıflamış Saccharomyces cerevisia hücrelerinden oluşan bir üründür. Artık olarak kabul edilen bu mayanın, fermentörlerde gelişmesi esnasında ürettiği hücre içi invertaz enzimi seviyesinde önemli bir kayıp olmamaktadır. Tamburlardan toplanması, depolanması ve taşınması sırasında da maya hücresi bir miktar zarar görse dahi, invertaz enzimi özelliğini büyük ölçüde korumaktadır. Laboratuvarımızda yapılan ön denemelerde “eleküstü maya”da önemli miktarda invertaz aktivitesi saptanmıştır.
Proje kapsamında ultrasonikasyon ve santrifüjleme ile “eleküstü maya”nın hücre içi bileşenleri elde edilecek, buradan elde edilen ham invertaz enzimi ileri saflaştırmaya tabi tutulacaktır. Protein saflaştırmada, son yıllarda başarıyla kullanılan düşük maliyetli bir yöntem olan üçlü faz ayırma sistemi ve ultrafiltrasyon yöntemleri kullanılacak olup sonrasında elde edilen ürün liyofilize edilecektir. Elde edilen enzim preparatı farklı parametrelere göre karakterize edilecek olup ticari invertaz enzimi ile karşılaştırılacak ayrıca ürün üretiminde kullanım olanağı bölgemizde bulunan ve şekerleme-sakız üretimi yapan bir firmada denenecektir.
Proje ile, endüstride kullanılan invertaz enziminin yerli kaynaklar kullanılarak düşük maliyetli üretimi gerçekleştirilecek ve ülkemizin dışa bağımlılığını azaltacak bir adım atılacaktır. Artık bir ürün olan “eleküstü maya”, invertaz enzimi üretimi ile katma değerli olarak ekonomiye geri kazandırılacaktır. Projenin en önemli yenilikçi yönü; yerli invertaz üretiminin yine yerli bir üretimdeki artık maddeden yapılacak oluşudur. Ayrıca proje ile standart aktivitede ve dolayısıyla sektörün istediği özelliklere sahip invertaz düşük maliyetle üretilebilecektir. Böylece invertaz temini bazında ülkemizin dışa bağımlılığının azalması ve rekabet gücünün artması beklenmektedir.
Flow Sitometri ile Ulusal Elma Genetik Kaynaklarımızın Çekirdek DNA İçerikleri ve Ploidi Düzeylerinin Belirlenmesi |
Prof. Dr. Meti̇n TUNA |
TÜBİTAK |
01.04.2020 |
01.04.2021 |
Flow Sitometri ile Ulusal Elma Genetik Kaynaklarımızın Çekirdek DNA İçerikleri ve Ploidi Düzeylerinin Belirlenmesi
Tarımsal Üretimde Traktör Kullanım Etkinliğinin Analizi: Trakya Bölgesi Örneği |
Prof. Dr. Gökhan UNAKITAN |
TÜBİTAK |
15.10.2019 |
15.10.2020 |
Tarımsal mekanizasyon, tarımsal işlemlerin makina ve enerji kullanımıyla gerçekleştirilmesi olarak ifade edilmektedir. Tarım işletmeleri işletme büyüklüğüne, üretim desenine ve arazi yapısına göre farklı mekanizasyon düzeylerine sahiptir. Mekanizasyon yüksek maliyetli bir üretim girdisi olduğundan, doğru seçilememesi durumunda işletme karlılığını olumsuz etkilemektedir. Birçok tarım işletmesi, yanlış alet ve makina seçimi nedeniyle hem yatırım maliyetlerini hem de enerji ve bakım giderlerini arttırmaktadır.
Çalışmanın amacı Trakya bölgesindeki işletmelerin sahip oldukları traktörlerin işletme büyüklüğü ile uyumlu olup olmadığının belirlenmesi ve işletme sahiplerinin traktör satın alma davranışlarının incelenerek, bunların traktör kullanım etkinliği üzerindeki etkisinin belirlenmesidir. Çalışmada Trakya Bölgesinde ayçiçeği ve buğday üreten 120 işletme ile anket uygulanacak ve işletmelerin genel bilgilerinin yanı sıra bölgede yaygın olarak üretimi yapılan buğday ve ayçiçeği üretimine yönelik veriler elde edilerek ekonomik ve çok değişkenli istatistiki analizler uygulanacaktır. İlk olarak işletmelerin ekonomik analizi yapılacak, traktörlerin kullanım etkinliğinin belirlenmesi için bulanık veri zarflama yöntemi ve satın alma davranışlarının incelenmesi için faktör analizi kullanılacaktır. Bulanık veri zarflama yönteminden elde edilen etkinlik skorları, üreticilere ait sosyo-ekonomik değişkenler ve faktör analizi sonuçları kullanılarak Tobit model ile açıklanacaktır.
Trakya Bölgesi’nde mekanizasyonla ilgili yapılan çalışmalar bulunmakla birlikte, bu çalışmalar daha çok kullanılan traktör ve tarımsal alet ve makinelere ait özelliklerin belirlenmesi ve mevcut durumun ortaya koyulması yönünde olmuştur. Bu çalışma, Trakya Bölgesinde faaliyet gösteren tarım işletmelerinin mekanizasyon düzeylerinin belirlenmesinin ötesinde önceki çalışmalardan farklı olarak tarım işletmelerinde traktör kullanım etkinliğinin ölçüleceği ilk çalışmadır. Konuyla ilgili literatür taraması yapıldığında mekanizasyon düzeyinin belirlendiği ve belirli ölçütlerin (birim alana düşen traktör sayısı, birim alana düşen traktör gücü, traktör başına düşen alan, vb.) dışına çıkılmadığı görülmektedir. Bu nedenle çalışma ulusal ve uluslararası literatürde de bir ilk olacaktır.
Etkinlik skorları ve satın alma davranışlarından elde edilen veriler değerlendirilerek üreticilerin traktör ve diğer tarım alet makina seçimlerini yaparken dikkate almaları gereken faktörlere yönelik öneriler ortaya koyulacaktır. Özellikle küçük ölçekli işletmeler için tarım alet ve makinalarının ortak kullanımının sağlanması hedeflenmektedir. Bu şekilde küçük ölçekli işletmelerin gereksiz bir yatırım bedelinin altına girmeleri ve yüksek bakım maliyetlerini üstlenmelerinin önüne geçilmiş olacaktır.
Verbascum bugulifolium Lam. Türünün Üreme ve Polinasyon (Tozlaşma) Biyolojisi Üzerine Çalışmalar |
Prof. Dr. Evren CABİ |
TÜBİTAK |
01.11.2019 |
01.11.2020 |
İlk kez 1701 yılında İstanbul, Riva yakınlarından J.P. Tournefort tarafından toplanan ve 1797 yılında Lamarck tarafından bilim dünyasına tanıtılan Verbascum bugulifolium Lam., Scrophulariaceae familyasının Verbascum L. cinsine ait bir taksondur. Verbascum bugulifolium literatür kayıtlarına göre Kırklareli, İstanbul, Bursa, Kocaeli illerinde yayılış gösterdiği bilinmektedir. Dünyada ise Türkiye’deki Kırklareli Longoz ormanlarının devamı olan Güneydoğu Bulgaristan’da yetiştiği bilinmektektedir. Verbascum bugulifolium Bulgaristan’da da yayılış göstermesi nedeniyle endemik bir tür değildir. Ancak Bulgaristan’da sadece Türkiye sınırına yakın olan güney doğu kesimlerinde yayılış göstermesi türün dar bir yayılış alanına sahip olduğunu göstermektedir. Belirli bir habitatı tercih edip sadece bu alanlarda yaşamını sürdürebilmesi nedeniyle nadir bir türdür. Ekolojik toleransı düşük olan ve popülasyonları dar bir alanda sıkışıp kalan bu tür, habitat ve ekosistemde meydana gelecek değişimlere karşı daha duyarlı olup, her an yok olma tehlikesi altındadır. Yapılan tür koruma eylem planı ile bu özel türün sadece habitatlarının korunmasının yetersiz kalacağının ve bu nedenle türün neslinin devamı ile doğrudan ilgili olan üreme ve tozlaşma biyolojisininde anlaşılması da gerekmektedir. Yapılacak olan bu çalışmalar ile V. bugulifolium, türünün üreme yollarının ve polinatörlerinin ilk kez belirlenecek olması ve daha önce ülkemizde Verbascum cinsine ait bir bireyde bu tarz çalışmanın yapılmamış olması projenin özgün değerini artırmaktadır.
elektromanyetik ışıma dost mu?düşman mı? |
Doç. Dr. Rafet AKDENİZ |
TÜBİTAK |
01.01.2020 |
31.12.2020 |
elektromanyetik ışıma temel olarak iyonize ve iyonize olmayan iki gruba ayrılır. bu ışımaların her iki türü de günümüzde farklı amaçlar için kullanılmaktadır. bu söyleşide manyetik ışımanın farklı farklı kullanım alanlarından söz edilerek dinleyicilerin bu konuda aydınlatılması sağlanacaktır.
Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi ile Tekstil Boyahanesi Üretim Süreçlerinin Çevresel Etki ve Verimlilik Analizi ve Sürdürülebilirlik Yaklaşımıyla Revize Edilmesi |
Prof. Dr. Hi̇kmet Zi̇ya ÖZEK |
TÜBİTAK |
01.05.2021 |
31.08.2022 |
Projenin konusu Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi ile işletmedeki üretim süreçlerinin analiz edilmesi ve sürdürülebilir ve temiz üretim yaklaşımlarına göre revize edilmesi olacaktır.
Projenin amacı, bir tekstil boyahane işletmesindeki üretim süreçlerini yaşam döngüsü değerlendirmesi tekniğiyle irdeleyip kuruma özel üretim envanteri ve sektöre özel veri setleri oluşturmak ve elde edilen bulgular kapsamında üretim süreçlerinde sürdürülebilirlik ve enerji verimliği bazında iyileştirmeler uygulayarak kurumun sürdürülebilir ve temiz üretim modeli geliştirmesine ve uygulama yeteneğinin gelişmesine bilgi ve rehberlik ile katkı sağlamak olacaktır.
Saga (Orthoptera, Saginae) cinsinin nüklear ve mitokondriyal genetik belirteçlerle filogeni ve filocoğrafyasının saptanması: Filogenetik revizyon ve köken araştırması |
Prof. Dr. Deni̇z ŞİRİN |
TÜBİTAK |
01.05.2021 |
01.04.2022 |
Günümüzde, biyolojik çeşitliliğin ve tür içi gen kaynaklarının korunması, birçok ülkenin öncelikli konuları arasındandır. Bu nedenle başta nesli tükenme tehlikesi altında olan türler olmak üzere, her ülke sahip olduğu gen kaynaklarının korunması ve kayıt altına alınması amacıyla çeşitli faaliyetler yürütmektedir. Bu faaliyetler arasında; (i) türlerin genetik yapılarının belirlenmesi, (ii) türlerin genetik çeşitliliğine bağlı olarak alt popülasyonlarının tespiti ve (iii) koruma alanlarının tespiti bulunmaktadır. Böylelikle, doğada nesli tükenebilecek canlıların genetik bilgileri kayıt altına alınarak koruma genetiği çalışmaları gerçekleştirilebilmektedir.
Anadolu yarım adası, kendine özgü fauna ve flora varlığı ve önemli miktarda endemik tür çeşitliliği barındırması nedeniyle küçük bir kıta özelliği göstermektedir. Önerilen bu projede, Saga Charpentier, 1825 (Testere-ayaklı çalı çekirgeleri) cinsine (Insecta: Orthoptera) dahil olan S. cappadocica, S. natoliae, S. beieri, S. longicaudata, S. puella, S. syriaca, S. ephippigera ve S. hakkarica türlerine ait popülasyonlar çalışılacaktır. Projede Saga cinsine ait kaydedilen tüm populasyonlara ait toplanan örneklerden DNA izolasyonu, mitokondriyal (COI, Cytb ve 16S rRNA) ve nükleer (ITS1-5.8S-ITS2) gen bölgelerinin Polimeraz zincir reaksiyonu ile çoğaltılması, çoğaltılan bölgelerin dizilerinin belirlenmesi ve belirlenen diziler kullanılarak genetik çeşitlilik indekslerinin hesaplanması, özgül haplotiplerin ortaya konması ve türler arası filogenetik ilişkilerinin belirlenmesi sağlanacaktır.
Elde edilen veriler ışığında; (1) Cinsin taksonlarının güncel taksonomik durumlarının netleştirilmesi ve varsa yeni taksonların saptanarak Anadolu biyolojik çeşitliliğine katkı getirmek, (2) filogenetik analizler sonucu ortaya çıkan ağaçlar ile cins içerisindeki akrabalık ilişkilerini ortaya koymak ve (3) oluşturulacak moleküler saat ile Anadolu’nun Jeolojik geçmişine ait verileri birleştirilerek taksonların türleşmelerine ait hipotezler geliştirmek hedeflenmiştir. Bu sayede, bugüne kadar elimizde çok az bilgi bulunan ve çok sayıda Anadoluya endemik türü olan Saga cinsi ilk defa güncel teknikler ile revize edilmiş olacaktır.
Trakya Bölgesi Koşullarında Farklı Sulama Suyu Uygulamalarının Chandler Çeşidi Ceviz Ağaçlarının Gelişim, Verim ve Kalite Özelliklerine Etkisi |
Doç. Dr. Erhan GÖÇMEN |
TÜBİTAK |
15.03.2021 |
15.03.2024 |
Türkiye ceviz varlığı ile dünyada önemli bir ülke olmasına karşın, üretimde ve ihracatta maalesef istenilen düzeyde değildir. Son yıllarda üretiminin iç tüketimi karşılayamaması, özel ağaçlandırma çalışmaları ile kapama ceviz bahçelerinin tesisine yönelik verilen teşvikler özel sektörün ceviz yetiştiriciliğine olan ilgisini artırmıştır. Trakya Bölgesinde son on yılda orman vasfından çıkmış alanlarda yoğun bir şekilde ceviz yetiştiriciliğinin yapıldığı görülmektedir. Ayrıca, bölgenin iklim ve toprak koşullarının ceviz bitkisi için uygun olması ve bölgenin Avrupa Pazarına yakın olması gibi nedenlerde yetiştirme alanlarının artmasına neden olmuştur. Diğer yandan, bölgedeki su kaynaklarının azlığı ve özellikle yer altı su kaynaklarının yoğun olarak sulamada kullanıldığı düşünülürse, ceviz yetiştiriciliğinde sulamadan kaynaklanan problemlerin olduğu görülmektedir.
Ülkemiz koşullarında ceviz ağaçlarının su kullanımı, sulama zamanı planlaması, damla sulama projeleme kriterlerinin belirlenmesine yönelik çalışmalarının bulunmadığı fark edilmiştir. Bu bağlamda 2014 yılında hazırladığımız ve TÜBİTAK tarafından desteklenen 114O532 nolu proje ile Tekirdağ Bağcılık Araştırma Enstitüsünde kurduğumuz yaklaşık 14 da’ lık ceviz bahçesinde ağaçların 1-3 yaş aralığında olduğu 2015, 2016 ve 2017 yıllarında bitkinin su kullanımına yönelik değerleri belirlenmiştir (Erdem ve ark. 2018). Ceviz ağaçları genellikle altıncı ve yedinci yıllarından sonra ekonomik olarak ürün vermeye başlamaktadırlar (Olsen 2006, Verma 2014). Bu bağlamda 2021 yılında, ilk kurulduğu günden itibaren kontrollümüz altında olan ceviz bahçesinden ekonomik ürün alınmaya başlanacaktır. Üç yıl süre ile önerdiğimiz proje ile 7, 8 ve 9 yaşlarına gelmiş ceviz ağaçları için bitki su tüketimi, bitki katsayısı gibi değerlerin yanı sıra su kullanım randımanı (WUE), sulama suyu kullanım randımanı (IWUE) değerleri elde edilmiş olacaktır. Diğer yandan elde edilen cevizin pazarlamasında en önemli faktörler olan meyve ağırlığı, kabuk kalınlığı, meyve boyu, meyve eni, meyve yüksekliği, iç ağırlığı, meyve iç rengi ve iç randımanı gibi verim parametrelerinin yanısıra yağ analizlerini içerisine alan kalite özellikleri ortaya konacaktır. Ayrıca farklı sulama suyu uygulamaları altında elde edilecek verim değerlerinin ekonomik analizleri yapılacaktır.
Araştırma Tekirdağ Bağcılık Araştırma Enstitüsü Müdürlüğünde üç yıllık süreçte yürütülecektir. Ülkemizde yoğun olarak tarımı yapılan Chandler çeşidi ceviz fidanları 2015 yılının Mart ayına 8 m x 8 m aralıklarla araziye dikilmiştir. Araştırmada iki farklı sulama zamanı planlaması göz önüne alınacaktır. Bunlardan birincisi, A sınıfı buharlaşma kabından ölçülen açık su yüzeyi buharlaşma miktarlarının (Ep) farklı miktarlarda uygulanması diğeri ise toprak neminin izlenmesi şeklindedir. Deneme konuları için bitki su tüketimi, 90 cm etkili kök derinliğinde toprak neminin izlenmesi ile toprak su bütçesi dengesi ile belirlenecektir. Ayrıca, toprak matriks potansiyelinin belirlenmesi amacıyla 0-30, 30-60 ve 60-90 cm katmanlarda watermarklar kullanılacaktır.
TÜBİTAK’ a önerdiğimiz bu proje ile ceviz ağaçlarının su kullanımına yönelik 9 yıllık arazi sonuçlarının elde edilmesi önemlidir. Proje sonucunda elde edilen sonuçların ceviz bahçesi yatırımcılarına, üreticilere, konu ile çalışan uzmanlara faydalı olacağı, özelikle önerilecek sulama suyu uygulama miktarların ise toprak ve su kaynaklarının korunumuna katkı yapacağı düşünülmektedir.
İnce filmlerin 3D yüzey profillerinin belirlenmesi için yüzey profili ölçüm algoritması geliştirilmesi |
Prof. Dr. Özlem KOCAHAN YILMAZ |
TÜBİTAK |
15.03.2021 |
15.09.2023 |
Teknolojinin her alanında kullanılan ince filmlerin yüzey profillerini belirlemek, ince film temelli tüm cihazların hedefi ve kalitesi açısından zorunludur. Günümüzde SEM, TEM ve AFM gibi yüksek çözünürlüklü ve büyütme gücüne sahip sistemler, profil belirleme için yaygın olarak kullanılmaktadır. Bununla birlikte bu sistemler çok yüksek kurulum veya kullanım maliyetlerine sahiptir ve yetişmiş iş gücüne ihtiyaç duymaktadır. Son yıllarda gelişen faz görüntüleme teknikleri ile bu sistemlere alternatifler aranmaktadır.
Bu proje çalışmasında tek renk kırınım faz mikroskopisi (TRKFM) deney kurulumu ve Genelleştirilmiş Stockwell Dönüşümü (GSD) sinyal analiz yönteminin bir arada kullanılacağı bir yüzey profili ölçüm algoritması geliştirilecektir. Geliştirilecek olan bu sistemle, ince filmlerin 3D yüzey profillerinin, var olan interferometrik ölçüm sistemlerine göre daha yüksek kalitede ve çözünürlükte, kantitatif ve dinamik olarak belirlenmesi hedeflenmektedir. TRFKM sistemi SEM, TEM ve AFM sistemlerine kıyasla daha düşük çözünürlük ve büyütme değerlerine sahip olacaktır. Buna rağmen bu sistemin maliyetinin düşük olması, kullanımının kolay olması, kullanıcı personel gerekliliğin olmaması ve analiz sonrasında yüzey görüntüsünün 3D, her noktada yüksekliğinin belirlenebilir olması gibi avantajları vardır; bu nedenle SEM, TEM ve AFM gibi sistemlere bir alternatif olarak önerilmektedir. TRKFM ölçüm sistemi, beyaz ışık faz mikroskopisi (BKFM) sisteminin geliştirilmiş bir halidir. Beyaz ışık yerine tek renkli ışık kaynağı kullanılarak görüntüdeki gürültünün azaltılması ve geliştirilen interferometrik kurulum ile büyütme oranının literatürdeki diğer çalışmalara göre arttırılması hedeflenmiştir. TRKFM sistemiyle alınacak ince film yüzey görüntüleri GSD ile analiz edilecek ve 3D yüzey profilleri çıkarılacaktır. GSD yöntemi, pencere fonksiyonunun çözünürlüğünün kontrol edilebilmesi ve Fourier uzayında ötelenmemesi özelliklerine sahiptir; bundan dolayı diğer sinyal analiz yöntemlerine göre daha az hata ile sonuçlar vereceği öngörülmektedir. Bundan dolayı proje kapsamında interferometrik görüntülerin analizi için GSD algoritması geliştirilecektir. GSD, interferometrik sistemlerde profil belirleme konusunda ilk defa kullanılacak olması bakımından literatürdeki önemli bir boşluğu dolduracaktır.
Bu proje sonucunda ince filmlerin yüzey profilleri z yönünde 100nm mertebesinde yüksekliklerde, x-y düzleminde bir pikselin boyutu 0,041 µm olan yüksek çözünürlüklü, 3D ve dinamik bir şekilde belirlenmesi amaçlanmıştır. Tamamıyla yerli imkanlarla geliştirilecek yüzey profili ölçüm algoritması için simulasyon çalışmalarıyla algoritma hazırlanacak ve görüntüler için geliştirilecektir. Projede çeşitli ince filmlerin yüzey yapıları AFM ve SEM sistemleri ile, kalınlıkları dektak profilometre ve geçirgenlik spektrumlarının analizi ile belirlenecektir. Elde edilen bu sonuçlar profil sonuçlarıyla kıyaslanarak önerilen algoritmanın denetlenmesi sağlanacaktır. Aynı zamanda TRKFM ile elde edilen görüntüler sürekli dalgacık dönüşüm yöntemleri ile de analiz edilerek GSD yönteminin farklılıkları incelenecektir.
Endüstri ve araştırmanın pek çok alanında kullanılmakta olan profilometrik ölçüm sistemlerinin hassasiyetinin artırılması, daha doğru ve güvenilir üretim için gereklidir. Bu çalışma başarılı sonuçlandığı takdirde, bu ihtiyaçlara cevap verebilecek daha hassas ölçüm sistemlerinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlanmış olacaktır. Yürütücü, iki araştırmacı ve altı bursiyer bu çalışmayı gerçekleştirecektir. Bu proje sayesinde yetiştirilecek lisans ve lisansüstü öğrenciler, optik sistemler üzerine en-ileri-teknik-yöntemlerle çalışmış, alanda motive olmuş ve uzmanlaşmış araştırmacılar olarak ülkemize kazandırılacaktır.
Tebukonazole Dirençli Saccharomyces cerevisiae Mutant Suşlarının Evrimsel Mühendislik ile Eldeleri ve Moleküler Karakterizasyonları |
Doç. Dr. Yusuf SÜRMELİ |
TÜBİTAK |
15.02.2021 |
15.02.2022 |
Tarım, zararlılar, hastalıklar ve abiyotik streslerden oluşan birçok zorluğa maruz kalmaktadır. Bu zararlılar arasında çeşitli bitki hastalıklarından sorumlu fungal bitki patojenleri, tarımsal ürünlerde düşüşe neden olmaktadır ve ürün kalitelerini olumsuz yönde etkilemektedirler. Bu patojenler, septorya yaprak lekesi, külleme ve pas hastalıkları dahil pek çok hastalıktan sorumludurlar. Son zamanlarda, kimya endüstrileri fungal hastalıklarla mücadele konusunda çözümler üretmişlerdir. Bu amaçla antifungal ajanların kullanımı, tarımsal ürün verimini, kalitesini ve raf ömrünü arttırmaktadır. Antifungal ajanlar arasında, bir sterol demetilasyon inhibitör (DMI)’ü tebukonazolün de içinde bulunduğu triazol bileşikler, tarlalarda yaygın olarak kullanılmaktadırlar. Bu bileşiklerin tarlalarda aynı mevsimde sıklıkla kullanımı, fungal bitki patojenlerinin bunlara karşı direnç kazanmasına yol açabilmektedir. Böylece, fungal bitki hastalıklarının tedavisi zorlaşmaktadır. Ayrıca triazol DMI fungisitlerinin klinik ortamlarda da kullanılmaları, fungal patojenlerde çoklu azol dirençliliğine neden olabilmektedir. Çoklu azol dirençliliği de, insanda fungal hastalıkların tedavisini zorlaştırmaktadır.
Fungal patojenlerde, tebukonazolün içinde bulunduğu triazol DMI fungisitlerine karşı gerçekleşen en yaygın dirençlilik mekanizması, ergosterol sinyal yolağının bir parçası olan cyp51 genindeki çeşitli mutasyonlardır. Ancak, son zamanlarda sayısı gittikçe artan cyp51 geninden bağımsız ve farklı sinyal yolaklarında rol oynayan yeni genler tanımlanmıştır. Bu sebeple, yeni gen hedeflerinin, triazol DMI fungisit dirençliliğinden sorumlu olduğunun anlaşılmasının, dirençlilik fenotipinin ve bundan sorumlu moleküler faktörlerin henüz tam olarak aydınlatılamadığına işaret ettiğini düşünmekteyiz.
Evrimsel mühendislik, kompleks fenotipleri elde etmek ve dirençliliğin altında yatan moleküler faktörleri araştırmak için kullanılan güçlü bir metodolojidir. Bugüne kadar, bu metodoloji yoluyla, birçok farklı çevresel streslere dirençli Saccharomyces cerevisiae mutantları elde edilebilmiştir. Pahalı olmayan tüm genom dizileme teknikleri de, bu mutant suşlardaki genetik temelini hızlıca belirleyebilmişlerdir. Ayrıca, S. cerevisiae birçok özelliğinden ötürü, işlevsel toksikoloji çalışmalarını yürütmek için ideal bir organizma olarak kullanılmaktadır ve yaygın olarak kullanılan bir ökaryotik modeli temsil etmektedir.
Bu çalışmanın amacı, evrimsel mühendislik yoluyla, tebukonazole dirençli S. cerevisiae mutantları elde etmek ve tebukonazol dirençliliğinden sorumlu moleküler faktörleri detaylı olarak araştırmaktır. Bu amaçla, başlangıç popülasyonu olarak yabani tip S. cerevisiae suşu ve ardından seçilim sırasında elde edilecek S. cerevisiae mutant popülasyonları, artan tebukonazol konsantrasyonu varlığında, ardışık kesikli seçilime maruz bırakılacaklardır. Seçilimden sonra, tebukonazole en yüksek dirence sahip ve genetik olarak kararlı üç mutant, fizyolojik ve genomik olarak karakterize edileceklerdir. Bu çalışmanın özgün olmasının nedeninin, fungisit dirençlilik araştırmalarına, ilk kez, evrimsel mühendislik metodolojisinin uygulanacak olması olduğunu düşünmekteyiz.
Bu çalışma sonucunda, tebukonazole dirençli S. cerevisiae üç mutant suşun tüm genom dizilemesinin, tebukonazol dirençliliğinden sorumlu muhtemel yeni gen ve/veya mutasyonları belirleyeceğini düşünmekteyiz. Bu çalışmanın çıktıları, triazol DMI fungisit dirençliliğinin çözümüne katkı sunacak yeni antifungal ilaç hedeflerinin belirlenmesini mümkün hale getirebilecektir. Yeni ilaç hedefleri ise, mevcut triazol DMI fungisitlerine alternatif olabilecek, bitkide ve insanda fungal hastalıkların tedavi edilmesini mümkün kılacak, yeni ve özgün antifungal ilaçların geliştirilmesinin önünü açabilecektir. Böylece, bu ilaçlar, tarımsal ve medikal alanda yaşanan çoklu azol dirençlilik sorununun çözümüne katkı sunabilecektir.
Trakya Bölgesinde Yetişen Solanum dulcamara (Solanaceae) Bitkisinden Flavonoidlerin İzolasyonu, Yapılarının Açıklanması, Antihiperglisemik Aktivitelerinin İncelenmesi |
Prof. Dr. Temi̇ne ŞABUDAK |
TÜBİTAK |
15.04.2012 |
26.07.2013 |
Şifalı bitkilerle tedavi uygulaması, insanlık tarihinde 5000 yıllık bir geçmişe sahiptir. İnsanoğlu, hastalıkları iyileştirmede yakın çevredeki bitkilerden yararlanarak, değişik bitkilerin yapraklarını, çiçeklerini, toprak üstü kısımlarını, meyvelerini, tohumlarını, köklerini ve kabuklarını su ile kaynatarak çay şeklinde veya ezerek macun yada lapa halinde ilaç olarak kullanmıştır. Bilimin ilerlemesi ve eczacılık tekniklerinin gelişmesiyle son yüzyılda bitkilerin tedavi edici değere sahip etken maddelerinin saf olarak elde edilmesi sağlanmıştır. Sonraları sentetik ilaçlarda ciddi yan etkilerin yol açtığı medikal ve ekonomik sorunlar veya sanayileşmiş ülkelerdeki çevre kirliliğinin arttırdığı ekolojik kirlilikler, tedavileri henüz mümkün olmayan pek çok kronik hastalığın oluşturduğu tehdit, doğal olması ve yan etkilere yol açmadığı düşüncesi gibi bir çok faktöre bağlı olarak bitkilerle tedaviyi popüler hale getirmiştir.
Bu projede, daha önce flavonoid içeriği araştırılmamış olan, Trakya bölgesinde yetişen Solanum dulcamara (Solanaceae) bitkisinin ham ekstrelerinde antihiperglisemik (antidiabetik) aktivite tayini ile fitokimyasal açıdan incelenmesi, sekonder metabolitlerinin özellikle flavonoidlerin izolasyonu, moleküler yapılarının açıklanması amaçlanmıştır. Solanum dulcamara (Yabanyasemini, Sofur), halk arasında, idrar arttırıcı, hafif uyutucu, romatizma ağrılarını giderici, terletici, balgam söktürücü, deri hastalıklarında kan temizleyici ve hafif müshil etkilere sahip olduğu bilinmektedir (Baytop, 1999, Baytop, 1963; Tanker, v.d.,1998).
Bitkisel dokularda bol miktarda bulunan flavonoidler, polifenolik yapıdaki bileşiklerdir ve çoğunlukla bitkinin yaprağında ve meyvesinde bulunurlar. Flavonoidler, bitkilerde antioksidan (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997), enzim inhibitörü (Harborne ve Williams, 2000; Seralini ve Moslemi, 2001; Sarno vd., 2002) ve aynı zamanda UV ışınlarından koruma (Shirley, 1966) gibi önemli özelliklere sahiptir. Son yıllarda flavonoidlerin, endüstrinin çeşitli alanlarında kullanılması için yürütülen araştırmaların sayısı artmaktadır. Bu bileşiklerin antioksidan özellikleri, çeşitli ürün ve malzemeyi boyama yetenekleri, metallerle bileşik oluşturma özelliklerinden dolayı besin, tekstil, deri, metallurji, tıp, ziraat ve benzer alanlarda kullanılma olasılıkları artmaktadır (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997). Geniş kapsamlı kullanım alanına sahip olan flavonoidlerin sentetik üretimi günümüzde efektif gerçekleşemediğinden dolayı, elde edilmeleri için flavonoidli bitkiler kullanılmaktadır. Bu nedenle yeni flavonoidlerin elde edilmesi ve kullanım alanlarının genişletilmesi güncel ve önemli konular arasında bulunmaktadır.
Çalışma materyali, Haziran-Temmuz ayları arasında Trakya bölgesinden toplandıktan sonra, gölgede kurutularak, meyve ve yapraklarına ayrılacaktır. Daha sonra her iki bitki kısmı, ayrı ayrı, n-hekzan ile maserasyon yada Soxhlet ekstraksiyon yöntemi kullanılarak ekstrakte edilecektir. Ardından, bitki kalıntıları polarite artış sırasına göre, dietileter, etilasetat ve metanol ile ekstrakte edilecektir. Ham ekstreler elde edildikten sonra, yaprak ve meyvenin metanol eksterelerinin, streptozosin ile diyabet oluşturulan sıçanlardaki antihiperglisemik etkisi araştırılacaktır (Nwachukwu, 2010). Buradan bulunan sonuca göre, antihiperglisemik etkisi yüksek olan ekstrede, bitkinin sekonder metabolitlerinin özellikle flavonoid, fenolik bileşiklerinin ilk ayrımı silikajel/poliamid kolanlarda yapılıp, elde edilen alt fraksiyonlar, geri dönüşümlü HPLC ile ayrılıp saflaştırılacaktır. İzole edilen saf maddelerin yapıları, 1D, 2D NMR teknikleri, FAB-MS, HRMS, EI-MS, IR ve UV spektrofotometreleri kullanılarak açıklanacaktır. Bununla birlikte, izole edilen ve miktarı yeterli görülen maddelerdede, antihiperglisemik etkinin araştırılması amaçlanmıştır.
Projenin başarılı bir şekilde sonuçlandığında, S. dulcamara bitkisinin, şeker hastalarında kullanılabilecek bir ilaç olma potansiyeli araştırılmış olacak, aynı zamanda, S. dulcamara türünün kemotaksonomik açıdan değerlendirilmesi yapılarak, bu türden yeni biyolojik aktif flavonoidlerin izolasyonu gerçekleştirilmiş olacaktır.
Solanum nigrum L. Bitkisinden Flavonoidlerin ve Fenolik Bileşiklerin İzolasyonu, Yapılarının Açıklanması, Antikolinesteraz ve Tirozinaz İnhibisyon Aktivitelerinin Tayini |
Prof. Dr. Temi̇ne ŞABUDAK |
TÜBİTAK |
01.12.2013 |
06.03.2015 |
Bilimin ilerlemesi ve eczacılık tekniklerinin gelişmesiyle son yüzyılda bitkilerdeki, tedavi edici değere sahip etken maddelerin saf olarak elde edilmesi sağlanmıştır. Bu projede, Trakya bölgesinde yetişen Solanum nigrum L. (Solanaceae) bitkisinin, fitokimyasal açıdan incelenmesi, sekonder metabolitlerinin özellikle flavonoid ve fenolik bileşiklerinin izolasyonu ve moleküler yapılarının açıklanamsı ile bu bileşiklerin tirozinaz inhibitör aktivitelerinin ve antikolinesteraz aktivitelerinin tayini amaçlanmıştır. Solanum nigrum (köpek üzümü, it üzümü, tilki üzümü), halk arasında, yatıştırıcı ve ağrı kesici olarak kullanılmaktadır. (Baytop, 1999). Solanum nigrum'un meyve ve yapraklarının; ağrı hafifletici, iltihap önleyici, idrar söktürücü, terletici, ateş düşürücü, uyuşturucu, mühsil ve sakinleştirici etkilerinin olduğu saptanmıştır (Emboden, 1979).
Flavonoidler, bitkilerde antioksidan (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997), enzim inhibitörü (Harborne ve Williams, 2000; Seralini ve Moslemi, 2001; Sarno vd., 2002) ve aynı zamanda UV ışınlarından koruma (Shirley, 1966) gibi önemli özelliklere sahiptir. Son yıllarda flavonoidlerin, endüstrinin çeşitli alanlarında kullanılması için yürütülen araştırmaların sayısı artmaktadır. Bu bileşiklerin antioksidan özellikleri, çeşitli ürün ve malzemeyi boyama yetenekleri, metallerle bileşik oluşturma özelliklerinden dolayı besin, tekstil, deri, metallurji, tıp, ziraat ve benzer alanlarda kullanılma olasılıkları artmaktadır (Bilaloğlu ve Harmandar, 1997). Bu nedenle yeni flavonoidlerin elde edilmesi ve kullanım alanlarının genişletilmesi güncel ve önemli konular arasında bulunmaktadır.
Çalışma materyali, Temmuz-Ağustos ayları arasında Trakya bölgesinden toplandıktan sonra, gölgede kurutularak toz haline getirilecektir. Daha sonra bitki kısmı, %80 lik etanol ile oda sıcaklığında maserasyon yöntemine göre ekstrakte edildikten sonra polarite artış sırası ile n-hekzan, eter, etilasetat ve n-bütanol ile ekstrakte edilecektir. Biyolojik aktivite çalışmasından sonra, aktivitesi yüksek olan ekstreler, silikajel, poliamid, sefadeks LH-20 dolgu maddeleri içeren kolonlarda ilk ayırıma tabi tutulduktan sonra alt fraksiyonlar RP-HPLC ile saflaştırılacaktır. İzole edilen saf maddelerin yapıları, 1D, 2D NMR teknikleri, ESI-MS, HRMS, IR ve UV spektrofotometreleri kullanılarak yapıları açıklanacaktır
Ham ekstrelerin ve yapısı tayin edilen flavonoid ve fenolik bileşikelerin, tirozinaz inhibisyon aktiviteleri enzim kaynağı olarak mantar tirozinazı kullanılarak Hearing Metodu’na göre spektrofotometrik yöntemle gerçekleştirilecektir (Hearing, 1987). Substrat olarak L-DOPA ve standart tirozinaz inhibitörleri olarak da Kojik asit ve L-mimosine kullanılacaktır. Tirozinaz inhibitörlerinin, bazı dermatolojik hastalıkların tedavisinde faydalı olduğu bilinmektedir. Ayrıca bu inhibitörler, kozmetikte güneş yanıklarının depigmentasyonunda beyazlatıcı ajan olarakta kullanılmaktadır (Shiino, v.d., 2001).
Özellikle endüstrisi olan ülkelerde insan ömrü uzadıkça maalesef Alzheimer gibi hastalıklarda ortaya çıkabilmektedir. Alzheimer hastalığının kesin sebebi bilinmemekle birlikte, asetilkolinesteraz düzeyinin artmasıyla asetil kolinin seviyesinin azalması tek bilinen hastalık sebebidir. Bu nedenle geliştirilen ilaçlar Asetilkolinesteraz ve bütirilkolinesteraz inhibisyonuna dayanmaktadır. Günümüzde tedavide kullanılan ilaçların yan etkileri (karaciğer üzerinde olan toksisitesi, baş dönmesi ve bradikardi gibi) mevcuttur. Dolayısı ile mevcut yan etkiler yüzünden bu hastalığının tedavisi için yan etkisi olmayan ve etkili asetilkolinesteraz ve bütirilkolinesteraz inhibitörlerinin bulunması ve geliştirilmesi daha gerekli hale gelmektedir. Bu nedenle doğal ürünlerde bu potansiyelin olduğunu düşünerek, ham ekstreler ile yapısı tayin edilen flavonoid ve fenolik bileşiklerin, asetilkolinesteraz ve butirilkolinesteraz inhibisyon aktiviteleri enzim kaynağı olarak sırası ile yılan balığından elde edilen asetilkolinesteraz ve at serumundan elde edilen bütirilkolinesteraz kullanılarak Ellman Metodu’na göre spektrofotometrik yöntemle gerçekleştirilecektir (Ellman, 1961). Substrat olarak asetiltiyokoliniyodür ve butiriltiyokolinklorür ve standart inhibitörler olarak da galantamin ve takrin kullanılacaktır.
Projenin başarılı bir şekilde sonuçlanmasıyla; Solanum türlerinin kemotaksonomik bakımdan değerlendirilmesi yapılacak ve bu türlerden yeni biyolojik aktif flavonoid ve fenolik bileşiklerin izolasyonu gerçekleştirilecektir. Ayrıca, izole edilen bileşiklerin Alzheimer, unutkanlık gibi hastalıklarda ve dermatolojik hastalıkların tedavisinde ve kullanılabilecek yan etkisi olmayan potansiyel ilaca dönüşümü, bunun yanında sağanabilecektir.
Cu-Sb-Kalkojen (Cu-Sb-Se) İnce Film Hetero-Eklem Fabrikasyonu ve Fotovoltaik Uygulamaları |
Dr. Öğr. Üyesi Makbule TERLEMEZOĞLU |
TÜBİTAK |
01.02.2021 |
01.08.2023 |
Güneş hücresi teknolojileri içinde yer alan ve yüksek verimliliğe sahip, CuInxGa1-xSeyS1-y, (CIGSSe) temelli ince film güneş hücrelerinde en önemli dezavantajı, maliyeti arttıran In ve Ga gibi nadir elementlerdir. Son dönemlerde, In ve Ga gibi nadir elementler yerine Zn ve Sn gibi bol ve ucuz elementleri ihtiva eden Cu2ZnSnS4-xSex (CZTSSe) yapıları alternatif olarak sunulmuştur. CZTSSe tabanlı güneş hücrelerinde elde edilen yaklaşık ~ mevcut en yüksek güneş verimliliği hala CIGSSe güneş hücrelerinin oldukça uzağındadır. CZTSSe hücrelerindeki bu başarısızlığın en büyük nedenin kendisi ile benzer bant aralığına sahip malzemelere oranla çok düşük açık devre voltajı (Voc) değerine sahip olduğu düşünülmektedir. Alternatif olarak 2-Boyutlu katmanlı kristal özelliği ve ilgi çekici özellikleri ile maliyeti düşük ve çevre dostu Cu-Sb-Kalkojenler yüksek teorik verimliliği ile son zamanlarda dikkat çeken Fotovoltaik (FV) türüdür. Bu teknolojinin gelişiminin henüz tamamlanmamış olması ve ülkemize ait özgün teknoloji geliştirme şansının yüksek olması bu projenin başlıca motivasyonudur.
Bu projede, henüz Ar-Ge çalışmaları tamamlanmamış ve mevcut litaretür verimlilikleri teorik verimliliklerin çok altında olan Cu-Sb-Se ince film güneş hücreleri üst-tabaka hücre mimarisinde üretilecektir. Literatür çalışmaları göz önünde bulundurulduğunda düşük verimin pencere katman olarak CdS yapısının kullanışı, CASe içerisindeki kusurlar ve kontak kayıplarından kaynaklandığı ortadır. Teorik hücre verimliliğine yaklaşılmasının hedeflendiği bu projedeki güneş hücrelerinde geleneksel n-tipi pencere katman olan CdS yapısına alternatif n-tipi partnerler üretilecektir. CdS ile kıyaslandığında daha yüksek bant aralığına (≥ 3.0 eV) ve toksin olmayan özelliğe sahip n-tipi Mg katkılı ZnO ((Zn,Mg)O) ve Sn katkılı ZnO ((Zn,Sn)O) yapıları pencere katman olarak kullanılacaktır. Öncelikle, CASe katmanı Yoğunluk Fonksiyoneli Teorisi (DFT) ile modellenecektir ve yapıdaki muhtemel kusurlar belirlenecektir. (Zn,Mg)O ve (Zn,Sn)O yapıları farklı Mg/Zn ve Sn/Zn oranında DFT ile modellenip en iyi oranlar belirlenecektir. CASe katmanı ile uyumlu en iyi arka kontağın belirlenmesi için, Cu-Sb-Se ile farklı metal ve alaşımların transport özellikleri Quantum-ATK program paketi ile ilk defa bu proje kapsamında modellenecektir. Pencere katmanlar Atomik Katman Biriktirme (ALD) yöntemleri kullanılarak üretilecek ve karakterizasyonları yapılacaktır. Soğurucu katman olan CASe ince filmleri fiziksel buharlaştırma yöntemi ile üretilip ardından karakterizasyonları yapılacaktır. Üretilen CASe filmleri üzerine farklı metal ve alaşımlar termal kaplama sisteminde büyütülerek elde edilecek. Metal/CASe(yarıiletken) arayüzeyinin elektriksel özellikleri incelenecektir ve Quantum ATK ile modellenmiş yapılar ile karşılaştırılacaktır. (Zn,Mg)O veya (Zn,Sn)O pencere katmanlarına sahip 2 farklı CASe güneş hücresi üst-tabaka mimaride üretilip performansları kıyaslanacak ve en yüksek verime sahip CASe güneş hücresi belirlenecektir.
Proje ekibi çoğunlukla farklı üniversitelerden ve farklı bilgi birikime sahip genç araştırmacılardan oluşmaktadır. Bu durum yeni işbirlikleri ve ekip arasında ciddi bilgi alışverişine olanak sağlayacaktır. Proje kapsamındaki teorik ve modelleme çalışmaları yürütücünün var olan deneysel deneyimine çok yönlü bir şekilde yorumlama katkısı sağlayıp, yürütücüye daha önce bilgi ve birikiminin olmadığı yeni bilimsel beceriler kazandıracaktır. Ayrıca, yapılacak deneysel çalışmaların modellenmesi ve teorik çalışmalar ile desteklenecek oluşu ve elde edilecek sonuçların özgünlüğü bu projeye yüksek yaygın etkili çıktılar sunacaktır.
Trakya Bölgesi Koşullarında Farklı Sulama Düzeylerinin Çörek Otu (Nigellasativa L.)’nda Bazı Primer Ve Sekonder Metabolitler Üzerine Etkilerinin Belirlenmesi. |
Dr. Öğr. Üyesi Yasemi̇n ERDOĞDU |
TÜBİTAK |
25.03.2021 |
25.03.2022 |
Çörek otu, (Nigella sativa L.) Ranunculaceae familyasına ait olan tek yıllık, otsu yapıda önemli bir tıbbi ve aromatik bitkidir. Son yıllarda tıbbi aromatik bitki yetiştiriciliği konusunda başta ıslah olmak üzere birçok çalışma yapılmasına rağmen, yetiştirme tekniklerinin her bitkiye ve ekolojik koşullara göre saptanması büyük önem taşımaktadır. Çörek otu ile ilgili yapılan çalışmalar incelendiğinde, bitkinin verim ve kalite kriterlerinin genotip, çevre faktörleri ve yetiştirme tekniklerine bağlı olarak değiştiği konusunda sayısız çalışma mevcuttur. Sulama, en önemli yetiştirme tekniklerinden biridir. Çörek otunda su stresi ile ilgili yapılan sulama çalışmaları incelendiğinde bitkinin verim ve kalite kriterlerinin önemli düzeyde etkilendiği görülmektedir. Projenin amacı, yarı kurak iklim kuşağında yer alan Trakya ekolojik koşullarında, damla sulama yöntemi altında farklı sulama rejimlerinin çörek otunun morfolojisi, fizyolojisi, kalitesi ve sekonder metabolit kompozisyonu üzerine etkilerini ortaya koymaktır. Hedeflenen proje, tesadüf blokları deneme desenine göre 3 tekrarlı olarak Silivri’de yürütülecektir. Deneme, meteoroloji istasyonundan elde edilen 7 günlük referans bitki su tüketimi ölçüm değerlerinden yararlanarak hesaplanacak sulama suyunun farklı miktarlarının (T0:0; T1 %25; T2, %50; T3, %75; T4 0; T5 5) parsellere uygulanması şeklinde gerçekleştirilecektir. Araştırma sonucunda, tarla koşullarında farklı sulama rejimlerinin çörek otunun morfolojisi, fizyolojisi, kalitesi ile sekonder metabolit komposizyonuna etkileri ortaya konacaktır. Farmasötik olarak arzu edilen bitki bileşiklerinin üretimini artırmayı amaçlayan, dikkatle seçilmiş sulama rejimleri altında sekonder metabolit üretiminin nasıl değiştiğini ortaya koymak, tüketici ve sanayici taleplerine cevap veren kaliteli ve standart ürün için yol gösterici olacak ve çörek otunun pazar potansiyelini arttıracaktır. Trakya ekolojik koşullarında çörek otunda ilk defa yapılacak olan sulama çalışmasıyla çörek otunun sürdürülebilir tarımına katkı sağlanarak bitkinin sulama zamanı planlanacaktır.
Paleogenetik ve Jeolojik Verilerle Marmara Gölü Havzası ve Gediz Ovasının Tarımsal ve Vejetasyon Geçmişinin Belirlenmesi |
Arş. Gör. Dr. Çi̇ğdem KANSU |
TÜBİTAK |
15.11.2021 |
15.11.2024 |
Tarımın günümüzden yaklaşık 13 bin yıl önce Yakın Doğu’da başlayıp, Anadolu üzerinden Avrupa’ya yayıldığı yapılan arkeolojik ve genetik çalışmalarla kanıtlanmış olmasına rağmen, Anadolu’da tarımla ilgili gerçekleşen süreçler yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Anadolu’da Neolitik dönemde tarımın açığa çıkışı ve yayılma sürecinin daha net anlaşılması için farklı arkeolojik yerleşim yerleri ve farklı zaman aralıklarından elde edilecek arkeobotanik/arkeolojik materyallerle paleogenetik araştırmalar yapılması büyük önem teşkil etmektedir. Orta Anadolu ve Avrupa arasındaki göç rotası üzerinde bulunması sebebiyle, Batı Anadolu bölgesinden elde edilecek arkeolojik ve genetik veriler, Neolitik göçlerle tarımın yayılışıyla ilişkili önemli bilgileri açığa çıkarma potansiyeline sahiptir. Manisa İl sınırları içerisinde Gediz Nehri havzasında bulunan orta ve geç Tunç Çağı yerleşkesi olan Kaymakçı’da yürütülen kazı çalışmalarından elde edilen bulgular, C14 tarihlemelere göre Milattan önce (M.Ö) 2 binli yıllarda Batı Anadolu’da ilk çiftçilerin günlük tüketim ve hayvanlarını beslemek amacıyla tarım ürünlerini yetiştirdiklerini açığa çıkarmıştır.
Bu projede, Gediz İlçesine bağlı Gölmarmara yakınında Marmara Gölü havzasında bulunan Kaymakçı kazı alanından çıkarılan tarımsal bitki türlerine (buğday, arpa, nohut, acı burçak, ve üzüm) ait kömürleşmiş tohumlar ve bu tohumların modern akrabaları arasında 3500 yıl boyunca gerçekleşen genetik değişimleri açığa çıkarmak, elde edilecek özgün genetik bilgilerle bu türlerin moleküler geçmişlerine ışık tutarak kökenleri, ilk kültüre alınmaları ve yayılmaları ilgili çok önemli sorulara cevap verilmesi hedeflenmektedir. Orta Anadolu platosu ile Ege kıyıları arasındaki en önemli ulaşım noktalarından biri olan Marmara Gölü çevresi ve Gediz Ovası’nda belirlenen yerlerden yapılacak sondajlardan alınacak sediment örnekleriyle, bölgenin tarımsal ve vejetasyon geçmişinin daha eski tarihlere ulaşılarak belirlenmesi ve paleoiklimsel ve paleoçevresel dönemler hakkında bilgi elde edilmesi de proje kapsamında olacaktır. Projenin jeolojik çalışmalar kısmında Marmara Gölü çevresinde Holosen döneminde meydana gelen coğrafik değişimlerin belgelenmesi ve tarihlendirilmeleri ile bölgede yaklaşık son 11000 yıl içerisinde meydana gelen çevresel değişimler mekânsal ve zamansal olarak ortaya konabilecek ve bölgedeki yerleşimler ile ilişkilerinin somut verilerle anlaşılması sağlanacaktır.
Proje hedeflerine ulaşmak için (i) 3500 yıllık kömürleşmiş farklı tarım bitkilerine ait tohumlardan yüksek miktarda ve iyi kalitede izole edilen DNA (aDNA) kullanılarak seçilen kloroplast ve çekirdek DNA gen bölgelerinin antik tohum örneklerinin modern akrabalarıyla karşılaştırılmalı çalışılması ve genetik değişimlerinin açığa çıkarılması (iş paketi 1), (ii) sediment bitki DNA (sedaDNA) çalışması ile Marmara Gölü ve Gediz Ovası’nın tarımsal ve vejetasyon geçmişinin belirlenmesi (iş paketi 2) ve (iii) Holosen dönemine yönelik sondajlarla elde edilen sediment karotları üzerinde yapılacak jeokimyasal analizlerle bölgenin paleoçevresel ve paleoiklimsel değişimlerinin belirlenmesi (iş paketi 3) çalışmaları gerçekleştirilecektir. Proje sonuçlarıyla, Türkiye’de yapılan kazı çalışmalarında açığa çıkarılan beş farklı tarım ürününün tarih öncesi dönemlerden günümüze kadar geçirdiği genetik değişimlerin tanımlanması, özellikle de agronomik karakterlerdeki genetik değişimler ilk kez ortaya koyulacaktır. Bu değişimlerin anlaşılması kaybolan genlerin günümüz gen teknolojisi ile yeniden canlandırılmasına olanak sağlayacaktır. Projeden elde edilen paleogenetik ve jeolojik veriler Marmara Gölü-Gediz Ovası’nın tarımsal ve vejetasyon geçmişinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Dizi Homoloji Temelli Metagenomik Yaklaşımı Yoluyla Anadolu Manda Rumeni Kaynaklı Farklı Ekstremofilik Özelliklere Sahip Yeni Ksilanaz Enzimlerinin Tanımlanmaları, Biyokimyasal Karakterizasyonları ve Biyoteknolojik Uygulamaları |
Doç. Dr. Yusuf SÜRMELİ |
TÜBİTAK |
15.03.2022 |
15.03.2025 |
Lignoselüloz keşfedilmemiş sürdürülebilir karbonun değerli bir kaynağını temsil eder ve ağırlıklı olarak selüloz, hemiselüloz ve ligninden oluşur. Bu yenilenebilir enerji kaynağının en büyük ikinci fraksiyonu olan hemiselüloz, esas olarak ksilan yapısından oluşmaktadır. Ksilanazlar, ksilanın degredasyonunda rol oynayan kilit enzimlerdir ve ksilan omurgasında ksilapiranozil kalıntıları arasındaki β-1,4-glikozitik bağlarını parçalarlar. Bu enzimler, GH3, GH5, GH6, GH8, GH9, GH10, GH11, GH16, GH18, GH26, GH30, GH43, GH44, GH51, GH62, GH98 and GH141 olmak üzere 17 glikozit hidrolaz (GH) ailesi içerisinde yer alırlar.
Ksilanazlar, çok çeşitli organizmalar tarafından üretilmektedirler. Bunlar arasında fungal ve bakteriyel ksilanazlar, endüstriyel işlemlerde potansiyel olarak uygulanabilecek üstün özelliklerinden dolayı önemlidirler. Bu enzimler, biyoyakıt, kağıt hamuru, gıda ve yem endüstrilerindeki uygulamalarda büyük ilgi görmüşlerdir ve yüksek sıcaklık, asidik pH ve lignoselülozik türevli inhibitör gibi ekstrem koşullara dayanıklı olmaları beklenmektedir.
Ksilanazların çeşitli kaynaklardan elde edildikleri raporlanmıştır ve bunlardan en ilginç olanı ruminant hayvanların rumenleridir. Rumen, bakteriyal ve fungal ksilanazlar dahil hidrolitik enzim sınıfları için potansiyel olarak önemli bir kaynağı temsil etmektedir. Çeşitli ruminant hayvanlarda yapılan rumen kaynaklı enzim çalışmaları sonucunda, farklı ekstremofilik özelliklere sahip ksilanaz enzimleri tanımlanmış ve karakterize edilmiştir.
Ksilanaz gibi lignoselülolitik enzimlerin geleneksel tanımlanması, mikroorganizmaların saf kültivasyonuna dayanmaktadır. Bu tanımlama ile rumen mikroorganizmalarının %85’inden fazlası kültüre edilemediği için çok sayıda fonksiyonel gen keşfedilmemiş olarak kalır. Bu nedenle, son zamanlarda, rumen gibi farklı ortamlardan ksilanazların da içinde olduğu yeni biyokatalizörlerin taranması, kültivasyondan bağımsız olan metagenomik yaklaşım ile mümkün hale gelmiştir. Metagenomik yaklaşım, Hu koyunu, inek, Tibet öküzü, sığır, deve rumen ortamlarından yeni farklı özeliklere sahip ekstremofilik ksilanazları tanımlamak ve karakterize etmek için kulanılmıştır. Ancak, bildiğimiz kadarıyla şu ana kadar, Anadolu manda rumen kaynaklı ksilanaz enzim çalışması yapılmamıştır.
Bu çalışmanın amacı, dizi temelli metagenomik yaklaşımı yoluyla Anadolu manda rumeninden termostabil, asidik pH stabilite ve/veya lignoselülozik türevli inhibitor stabilite özelliklerine sahip farklı ekstremofilik ksilanazları tanımlamak, detaylı olarak biyokimyasal karakterizasyonlarını gerçekleştirmek ve biyoyakıt, hayvan yem ve meyve suyu endüstriyel alanlarına yönelik olarak üç biyoteknolojik uygulamada kullanılma potansiyellerini test etmektir. Bu amaçla, Anadolu manda rumen metagenomik DNA’sı yeni nesil dizileme ile dizilenecektir ve ksilanaz enzim gen adayları tespit edilecektir. Belirlenen farklı dizilere sahip ksilanaz enzim gen adaylarının, ekspresyon vektörüne klonlanmaları, E. coli BL21 (DE3)’de üretilmeleri, agar üzerinde aktivite taramaları, ham protein düzeyinde termostabilite taramaları gerçekleştirilecektir. Termostabil ksilanaz enzimlerinin, saflaştırılmaları ve detaylı biyokimyasal karakterizasyonları yapılacaktır. Bunlar arasından seçilen termostabil, asidik pH stabilite ve/veya lignoselülozik türevli inhibitör (etanol ve furfural) stabilite özelliklerine sahip farklı ekstremofilik ksilanaz enzimlerinin, biyoyakıt, hayvan yem ve meyve suyu endüstriyel alanlarına yönelik uygulamaları gerçekleştirilecektir. Bu çalışmanın özgün olmasının nedeni, farklı ekstremofilik özellikte ksilanaz enzimlerinin tanımlanmaları ve karakterizasyonlarının, ilk kez Anadolu manda rumen metagenomu kullanılarak yapılacak olmasıdır.
Bu çalışma sonucunda, termostabil, asidik pH stabilite ve/veya lignoselülozik türevli inhibitör (etanol ve furfural) stabilite özelliklerine sahip farklı ekstremofilik ksilanaz enzimleri elde edilebileceğini ve bu enzimlerin biyoyakıt, hayvan yem ve meyve suyu endüstriyel işlemlerinde potansiyel olarak kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Bu çalışmanın çıktılarının, bu biyoteknolojik işlemler için belirtilen endüstrilerin ihtiyaçlarını karşılaması mümkün olacaktır. Böylece, bu çalışma, bu üç endüstriyel alanda işlem veriminin iyileştirilebilmesine katkı sunacaktır.
Ağır Vasıta Araçlarda Kullanılan Alt Merkezlerin Elektronik Kontrol Kartının Geliştirilmesi |
Doç. Dr. Emrehan YAVŞAN |
TÜBİTAK |
01.10.2023 |
30.09.2024 |
Bu projede özellikle kamyon ve tır gibi araçların debriyaj sistemlerinde kullanılan ve aynı zamanda bu sistemlerin kilit elemanlarından biri olan alt
merkezlere ait elektronik kontrol kartı prototipinin geliştirilmesi amaçlanmıştır.
Mikrometre Boyutlu Cisimlerin Üç Boyutlu Yüzey Profillerinin Belirlenmesi İçin Genelleştirilmiş Morse Dalgacığı Faz Hesaplama Yöntemi |
Prof. Dr. Özlem KOCAHAN YILMAZ |
TÜBİTAK |
01.09.2015 |
01.03.2018 |
Günümüz optik ölçüm sistemleri, güvenilir ve hassas olmasının yanında, sayısal ortamda kolayca uygulanabilir ve çabuk sonuç verme gibi özellikleriyle ön plana çıkmaktadır. Cisimlerin boyutsal bilgilerine ulaşmak için ızgara yansıtma tekniği ile pratik ve yeterince duyarlı bir optik ölçüm sistemi tasarlamak mümkündür. Izgara yansıtma tekniğinde kullanılan temel iki interferometrik desenden birincisi Morie ızgarası, 1874 yılında Lord Rayleigh tarafından üretilmiştir. Diğer desen olan sinüsoidal ızgarayı, ilk olarak 1967 yılında Rowe ve Welford yüzey ölçümünde kullanmışlardır [1]. 198γ yılında Takeda [2], sinüsoidal ızgara yansıtma tekniği ile aldığı görüntüden Fourier dönüşümüyle γ boyutlu (γD) yüzey bilgisi hesaplamıştır (FDP-Fourier Dönüşüm Profilometre). Takip eden yıllarda Morie ızgarası ve sinüsoidal ızgara yansıtma teknikleri ile daha gelişmiş ölçüm sistemleri tasarlanmış, faz basamaklama ve farklı integral dönüşümler ile yüzey profili hesaplama yöntemleri denenmiştir. Izgara yansıtma tekniği gelişerek insan vücudu ölçümleri, ağız-diş ölçümü, histoloji ve hücre biyolojisi gibi biyomedikal alanlar, mikro-elektro-mekanik sistemlerin (MEMS) yüzey ölçümü ve karakterizasyonu, kalite kontrol gibi endüstrinin birçok alanında 3D profil belirleme amaçlı uygulanır hale gelmiştir [3], [4].
Cisme temas etmeden yapılan ızgara yansıtma ile γD yüzey ölçüm yöntemi; projeksiyon birimi, görüntü alma birimi ve görüntü analiz birimi olmak üzere temel γ birimden oluşur [3]. Optik ölçüm tekniği olan bu yöntemde öncelikle, örnek üzerine ızgara deseni yansıtılarak bunun görüntüsü kaydedilir. Cismin yüksekliğinden dolayı yansıtılan ızgara deseninde eğrilmeler meydana gelir. Kaydedilen görüntüdeki bu eğrilikleri yani yükseklik bilgisini Fourier dönüşümünde faz terimi taşır [4]. Fourier dönüşümü, sürekli dalgacık dönüşümü ve Stockwell dönüşümünden (S-dönüşümü) biri tercih edilerek oluşturulan bilgisayar programı ile görüntü analiz edilir ve faz dağılımı bilgisine ulaşılır. Deney sisteminin geometrisinden faz, yükseklik bilgisine dönüştürülür [5]. Yüzey üzerindeki her noktanın referans düzleminden olan yüksekliği belirlendikten sonra bir araya getirildiğinde cismin γD profili elde edilmiş olur [2], [5]. Çalışmamızda bir boyutlu Sürekli Dalgacık Dönüşümü (1D SDD) analiz yöntemi, Genelleştirilmiş Morse Dalgacığı (GMD) da analiz dalgacığı olarak seçilmiştir. Bu çalışmada mikroskop, CCD (charged coupled device) kamera ve interferometreden oluşan bir ızgara yansıtma profilometresi kurulacaktır.
Bu projenin amacı, GMD ile 1D SDD algoritmasının faz hesaplamak için geliştirilmesidir. Optik ölçüm yöntemi olan ızgara yansıtma tekniği ile mikrometre mertebesinde, nanometre hassasiyetinde ölçüm yapabilen bir deney kurulumundan elde edilecek verilerin analizi için literatürde ilk kez GMD kullanılacaktır. Bu konunun γD profil belirleme amaçlı olarak neden seçildiği ve özgün değeri iki madde halinde şöyle özetlenebilir: (1) Birinci hedefimiz daha az hata ile faz dağılımı hesaplamaktır. Izgara yansıtma profilometresi ile elde edilecek görüntülerden faz dağılımı hesaplamak için sıfırıncı derece GMD kullanılacaktır. GMD, değişken iki parametreye sahiptir ve bu parametrelerin değişmesi lokalizasyon özelliğini etkilemektedir [6]–[8]. 1D SDD analizinde lokalizasyon özelliğine göre hesaplar gerçekleştirilmektedir. Bundan dolayı daha az hata ile faz hesaplamak için 1D SDD analizinde analiz dalgacığı olarak GMD kullanma fikri ortaya çıkmıştır. Morlet ve Paul dalgacıkları kullanılarak 1D SDD analizi ile hesaplanacak faz dağılımları ile karşılaştırılarak sonuçlar denetlenecektir. Proje çalışmasında GMD’nin seçilme nedeni daha az hata ile faz hesaplamak ve böylece literatürde kullanılan yöntemlerde iyileştirme sağlamaktır. Bu proje çalışması için santimetre boyutunda örneklerle yapılan ön çalışmalar etkin değeri yüksek olan bir dergide yayına kabul edilmiştir. Literatürde mikrometre boyutunda ölçümler için GMD kullanımı ve faz hesaplama ile ilgili diğer uygulamaları yer almamaktadır. Mikrometre boyutunda yapılacak ölçümlerden elde edilecek görüntülerin işlenmesinde ilk kez faz hesaplamak için GMD’nin kullanılacak olması bu projenin özgün yönüdür. (2) Örneğe temas olmaksızın SEM (taramalı elektron mikroskopu) görüntülerinin hassasiyetine ulaşmak hedeflerimizden ikincisidir. Izgara yansıtma profilometresinde, mikroskop, interferometre ve CCD’den oluşan bir profilometre ile mikrometre boyutlarında farklı örneklerin 3D, dinamik (her açıdan gözlenebilen) ve her noktada yüksekliği bilinen profilleri oluşturulacaktır. SEM ile elde edilen görüntüler ise iki boyutlu ve dinamik olmayan yapıya sahiptir. Izgara yansıtma tekniğinin seçilmesinin nedeni SEM’den olan bu üstünlükleridir. MEMS ölçümlerinde kullanılan optik profilometre cihazları ızgara yansıtma tekniği prensibiyle çalışmaktadır ve buradan alınan görüntüler sabit çözünürlüklü ve otomatik yazılımlarla işlenmekte olduğundan, yüksek hassasiyet, daha az hata ve hızlı işlem yeteneği gibi konularda çalışmak mümkün olmamaktadır. Bu çalışmada, bir profilometre cihazı yerine daha ucuza laboratuarda kurulabilecek bir sistem tercih edilmektedir. Böylece elde edilecek görüntüler istenen integral dönüşüm ile işlenebilecektir ve daha az hata ile faz hesaplamak mümkün olacaktır.
Bu proje önerisi için yapılan ön çalışmalara göre GMD yaklaşık %β daha az hata [9] ile sonuç vermektedir (bkz. Yöntem). Hedefimiz daha az hata ile faz dağılımı hesaplamak ve mikrometre boyutunda, dokunmadan, dinamik bir 3D profil elde etmektir. Mikrometre ve altındaki boyutlarda yapılan çalışmalarda hatanın mümkün olduğunca az olması tercih edilmektedir. Hatanın azaltılması ve GMD’nin faz hesabında ilk kez kullanılacak olması bakımından literatüre katkıda bulunacak bir çalışmadır. Özellikle, biyolojik bilimlerde son yıllarda nicel çalışmalar ön plana çıkmıştır. Bu açıdan ve örneğe zarar vermeden, dokunmadan ölçüm yapabilen bir sistem, patoloji, histoloji ve hücre biyolojisi çalışmalarında var olan yöntemlere göre daha yetkin olabilecek bir tekniktir [10], [11]. Endüstri ve araştırmanın pek çok alanında kullanılmakta olan profilometrik ölçüm sistemlerinin hassasiyetinin artırılması, daha doğru ve güvenilir üretim için gereklidir. Tıp ve biyoloji alanlarında da (plastik cerrahi, ağız-diş sağlığı, organizma gelişimi, kanser vb.) örneğe zarar vermeden ve dokunmadan ölçüm yapabilen sistemlere ihtiyaç duyulmaktadır [12]–[22]. Bu çalışma başarılı sonuçlandığı takdirde, bu ihtiyaçlara cevap verebilecek daha hassas ölçüm sistemlerinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlanmış olacaktır.
Türkiye’de Akıllı Tarım Uygulamalarının Ekonomik Analizi ve Destekleme Politikalarının Geliştirilmesi: Trakya Bölgesi Örneği |
Prof. Dr. Gökhan UNAKITAN |
TÜBİTAK |
01.12.2021 |
01.06.2023 |
Türkiye’de son yıllarda akıllı tarım uygulamalarının ülke ekonomisi üzerindeki oluşabilecek etkileri konusunda çalışmalar yapılmaktadır. Tarımsal üretim potansiyeli oldukça yüksek olan Türkiye’de son yıllarda tarımsal teknoloji alanındaki araştırma geliştirme faaliyetleri hem devlet, üniversite ve araştırma merkezleri hem de özel sektör tarafından desteklenerek geliştirilmektedir.
Girdi maliyetlerindeki yükseliş nedeniyle üreticiler girdi kullanmaktan kaçınmakta ve üretim yapmaktan vazgeçmektedirler. Bu bağlamda tarımsal girdilerin daha etkin kullanımına yönelik akıllı tarım uygulamalarının yaygınlaştırılması tarım sektörünün öncelikli hedefleri arasında yer almalıdır. Ancak bazı akıllı tarım uygulamaları yüksek yatırım maliyetleri nedeniyle belirli büyüklükteki işletmeler tarafından kullanılabilmektedirler. Bu bilgiler ışığında; çalışma, “Türkiye’de akıllı tarım uygulamalarının kullanımı nasıl yaygınlaştırılabilir?” sorusunun cevabını verebilmek üzere tasarlanmıştır. Bu çalışma, çiftçilerin akıllı tarım uygulamaları ile girdi kullanımındaki değişimleri ve bunun işletme karlılığına yansımalarını işletme koşullarında ölçmeye yönelik geniş kapsamlı bir çalışma olacaktır.
Türkiye’de akıllı tarım uygulamalarının desteklenmesine yönelik bazı hedefler ortaya koyulmuş ve kırsal kalkınma destekleri kapsamında “bilişim sistemleri ve eğitimi” başlığı altında alt yapı yatırımları programına dahil edilmiştir. Bunun dışında bir destekleme modelinin yürürlükte olmadığı görülmektedir. Bu çalışma, Türkiye’de tarımsal üretimde akıllı tarım uygulamalarının yaygınlaşmasının önündeki engelleri tespit ederek bunları gidermeye yönelik çözümlerin sunulacağı ve farklı ölçekteki işletmelerde uygulanabilecek akıllı tarım uygulamalarını belirleyerek bunların yaygınlaşmasına yönelik tarım politikalarının geliştirileceği bir çalışma olacaktır. Çalışma, Türkiye’de akıllı tarım uygulamalarının yaygınlaştırılmasına yönelik tarım politikalarının geliştirilmesi konusunda büyük bir eksikliği giderecektir.
Çalışma Trakya bölgesinde yürütülecek olup çalışma kapsamında toplam 355 çiftçi ile anket çalışması yapılacaktır.
Çalışmanın amacı, Trakya bölgesinde akıllı tarım uygulamaları kullanan işletmelerde girdi kullanımı ve üretim maliyetlerindeki değişimin işletme karlılığı üzerine etkisinin ortaya koyulması ve akıllı tarım uygulamalarının daha geniş bir çiftçi kitlesi tarafından kullanılabilmesine yönelik tarımsal destekleme politikalarının geliştirilmesidir.
Çalışmada akıllı tarım uygulaması kullanan işletmelerin ekonomik analizinde kısmi bütçe yöntemi kullanılacaktır. Ayrıca konjoint analiz ile çiftçilerin akıllı tarım uygulamalarını kullanma tercihlerine etki eden faktörlerin öncelikleri belirlenecek, ödeme istekliliği analizi ile çiftçilerin akıllı tarım uygulamalarına atfettikleri değer ortaya koyulacak, en iyi – en kötü yöntemiyle ise çiftçilerin akıllı tarım uyguılaması kullanabilmelerinde en faydalı buldukları destekleme yöntemi belirlenecektir. Elde edilen sonuçlar dikkate alınarak akıllı tarım uygulamaları destekleme politikaları ortaya koyulacaktır.
Çalışma 24 ay olarak tasarlanmış olup toplam 5 araştırıcıdan oluşan bir ekip ile yürütülecektir. Bununla birlikte 2 lisans üstü bursiyer saha çalışması, veri giriş gibi aşamalarda projeye katkı sağlayacaktır.
Çalışma sonucunda, bölgedeki çiftçilerin akıllı tarım uygulamaları konusundaki farkındalıklarının artması ve belirli akıllı tarım uygulamalarının bölgedeki kullanımının yaygınlaşması beklenmektedir. Akıllı tarım uygulamalarının yaygınlaşması sonucunda işletmelerin girdi kullanım etkinlikleride bir artış ve buna bağlı olarak işletme karlılığında bir artışın olacağı ön görülmektedir.
Farklı Xanthomonas Bakterileri Kullanılarak Atık Ekmeklerden Optimum Koşullarda Ksantan Gam üretimi ve Gamların Çeşitli Kalite Özelliklerinin Belirlenmesi ve Optimizasyonu |
Prof. Dr. Ahmet şükrü DEMİRCİ |
TÜBİTAK |
15.11.2014 |
15.09.2017 |
Gamlar, başta kıvam verme ve stabilize etme özellikleri olmak üzere diğer birçok teknolojik özelliğe sahip olmalarından dolayı özellikle gıda endüstrisinde birçok ürünün formülasyonunda vazgeçilemez bir ürün olarak yaygın bir kullanım alanına sahiptirler. Ksantan gam da çok büyük ticari öneme sahip mikrobiyel bir polisakkarittir. Ksantan gamı 1967’den beri ticari olarak Xanthomonas bakterilerinin glukoz, sakkaroz, nişasta veya mısır şurubunda gelişmesi ile elde edilmektedir. Ticari bir polimer olarak ksantan gamın en büyük avantajı üretimde yüksek verim, düşük gam konsantrasyonunda yüksek viskoziteli çözelti, yüksek psödoplastik akış karakteri; sıcaklık ve pH’da geniş aralık ve tabi stabilitesidir. Bu özelliklerinden dolayı başta gıda olmak üzere, kozmetik, farmakoloji ve petrokimya endüstrilerinde yaygın olarak kullanım alanına sahiptir. Gıda endüstrisinde ksantan gam talebi gün geçtikçe artmaktadır. Türkiye’de tüketilen ksantan gam miktarına dair bilgiye ulaşılamamakla beraber, tamamının çeşitli ülkelerden ithal edildiği de bir gerçektir. Belirli bir maliyete sahip olduklarından dolayı günümüzde mevcut ticari gamlara alternatif olarak hem teknolojik özellikler açısından zengin hem de üretim maliyeti bakımından daha ekonomik olan yeni gam kaynakları üzerindeki çalışmalar gün geçtikçe artmaktadır. Ksantan gamın endüstriyel ölçekte üretimi için pahalı olmayan substrat ve besinlere ihtiyaç vardır.
Ekmek ülkemizde ve diğer bazı ülkelerde en temel besin kaynağı ve en çok tüketilen gıda ürünüdür. Bununla beraber, ülkemizde en fazla israf edilen gıda ürününün de ekmek olduğu bilinmektedir. Üretilen ekmeğin önemli bir kısmı ne yazık ki, gıda olarak tüketilmeyip çöpe atılmakta ve büyük ekonomik kayıplara sebep olmaktadır. Atılan ekmeklerin bir kısmı ise hayvan yemi olarak kullanılmakta fakat bu insan gıda zincirine mikotoksin girişi için bir kapı oluşturmakta ve çeşitli sağlık problemlerine neden olabilmektedir. Ticari ksantan gam üretiminde Glukoz ve sakkaroz karbon kaynağı olarak kullanılan maddelerdir. Bunun yanı sıra karbon kaynağı olarak nişasta, melas ya da mısır şurubunun enzimatik veya asidik hidrolizatları da kullanılmaktadır. Ekmeğin besin bileşiminin zengin olması ve ülkemizde israf edilen ekmeklerin çok yüksek miktarlarda olmasından dolayı atık ekmekler ksantan gam üretimi için uygun ve ucuz bir substrat olarak değerlendirilebilir. Bu amaçla, atık ekmeklerin ksantan üretimi için karbon kaynağı olarak kullanılması hem atık ekmeklerin ekonomik olarak değerlendirilmesi hem de ithal edilen bu ürünün üretilerek ekonomiye katkısı bakımından oldukça önemlidir.
Literatür taramaları neticesinde, ksantan gamın çok farklı kaynaklardan eldesi konusunda çalışmalar olmakla birlikte atık ekmekten ksantan gam üretimi ile ilgili herhangi bir çalışmaya rastlanılmadığı gibi farklı substratlardan elde edilebilecek ksantan gamın üretim koşullarının optimizasyonu, karakterizasyonu (fizikokimyasal, kompozisyonel, teknolojik ve reolojik özellikleri) ve herhangi bir gıda ürününde kullanılması ile ilgili tam kapsamlı bir araştırmaya da rastlanılmamıştır.
Bu nedenle sunulan projede özgün şu aşamaların gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir: Öncelikle bu çalışmada israf edilen atık ekmeklerin ekonomik olarak değerlendirilmesi düşüncesi ile atık ekmekler kullanılarak, kültür koleksiyonumuzda bulunan Xanthomonas campestris NRRL B 1459 suşu ve çeşitli bitkilerden izole edip tanımladığımız 3 farklı Xanthomonas izolatları fermentasyonu ile optimum şartlarda ve kalitede ksantan gam üretilmesi, üretim veriminin hesaplanması amaçlanmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle, atık ekmeklerin enzimatik hidrolizi gerçekleştirilecek, elde edilecek ekmek hidrolizatları ksantan üretimi için fermantasyon besiyerinde bakteri için uygun bir karbon kaynağı olarak kullanılacaktır. Ksantan gam üretimi için önemli olan faktörlerden (besin ortamına katılacak karbon kaynağı miktarı, sıcaklık, karıştırma hızı, hava akış oranı, inokülüm miktarı) en etkili üçü Minimum run resolution IV (en az denemeli 4. dereceli) deney tasarımı yöntemi ile belirlenecektir. Bu en önemli 3 faktör ile 4 farklı Xanthomonas türleri kullanılarak optimum reolojik, kompozisyonel, teknolojik ve fizikokimyasal özellikte ksantan gam üretimi hedeflenmektedir. Bu amaçla her bir Xanthomonas spp. suşundan toz halde elde edilecek gam örneklerinin fizikokimyasal, kompozisyonel, teknolojik ve reolojik özellikleri (toz halindeki akış-davranış) ile solüsyon halindeki gam örneklerinin reolojik özellikleri (yatışkan, dinamik akış ve sürünme toparlanması) Response Surface methodology’nin (yüzey cevap metodunun) desirability (etkililik) fonksiyonuyla optimize edilecektir.
Son olarak da üretilen gamların gerçek gıda sistemlerinde göstereceği performansın ortaya konulması amaçlanmaktadır. Bu amaçla, mayonez, model (gerçek) gıda sistemi olarak seçilecektir. Söz konusu mayonez örnekleri, elde edilen gamlar ilave edilerek üretileceklerdir. Daha sonra mayonez örneklerinin fizikokimyasal ve reolojik özellikleri belirlenerek ticari örnekleri ile karşılaştırılacaktır.
Yak ve Kaşmir Alt Liflerinde Pigmentasyonun Bazı Lif Özellikleri Üzerine Etkisinin Belirlenmesi |
Prof. Dr. Riza ATAV |
TÜBİTAK |
01.05.2021 |
31.12.2021 |
Bilindiği gibi kaşmir, alpaka, angora, yak gibi lifler katma değeri yüksek lüks lif grubunda yer almaktadır. Bu lifler üzerinde literatürde yapılmış sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu proje kapsamında kaşmir ve yak lifleri için pigmentasyonun liflerin fiziksel, mikrokobik, mekanik, morfolojik, keçeleşme ve kimyasal özellikleri üzerine etkisi araştırılacaktır. Lüks liflerde renklilik çok yaygın olup genelde istenilen renge boyanabilmesi nedeniyle beyaz lifler tercih edilmektedir. Oysa renkli liflerin kendi doğal renklerinde kullanımı boyama prosesi gerektirmemesi bakımından oldukça çevreci bir yaklaşımdır. Yalnız bu noktada renkli kaşmir ve yak liflerinin beyaz olanlarına göre lif özellikleri açısından avantaj veya dezavantajlarının ne olduğu bilgisi kapsamlı ve karşılaştırmalı olarak literatürde bulunmamaktadır. Literatür incelendiğinde gerek kaşmir gerekse yak liflerinin morfolojik, fiziksel ve kimyasal özelliklerini inceleyen ve karşılaştıran çeşitli çalışmalara rastlanmaktadır. Ancak yazarların bildiği kadarıyla kaşmir ve yak liflerinde pigmentasyonun liflerin çeşitli özelliklerine nasıl etki ettiği konusunda ve bu durumu kaşmir ve yak lifleri için karşılaştırmalı olarak inceleyen kapsamlı bir çalışma bulunmamaktadır. Aslında kaşmir ve yak özelinde değil, genel anlamda protein liflerinin kortikal hüclerinde pigmetlerin yer almasının lif özelliklerine etkisi lüks lifler alanında pek araştırılmamıştır. Bu arada projenin ana konusu olmasa da, yapılacak bu çalışmalar aynı renkteki kaşmir ve yak alt liflerinin çeşitli özelliklerini karşılaştırarak bu lifler arasında ayrım yapmanın mümkün olup olamayacağını da ortaya koyacaktır.
Epigenetik okuyucu olan BRD2 ve BRD4 proteinlerini hedefleme potansiyeline sahip benzofuran temelli heterohalkalı hibrit bileşiklerin sentezi, reaktivitelerinin ve biyolojik fonksiyonlarının incelenmesi |
Prof. Dr. Hakan KANDEMİR |
TÜBİTAK |
15.10.2022 |
15.10.2025 |
İlaç kimyasının önemli bir unsuru olan heterosiklik bileşikler çok yönlü ve benzersiz özelliklerinden dolayı günümüzdeki çoğu ilacın yapısında bulunmaktadırlar. İki veya daha fazla farmakofor grubunun tek bir molekül üzerinde birleştirilmesi, biyolojik olarak aktif molekül sentez çalışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu projede; benzofuran ile oksadiazol, tiyazol, flavon ve tiyosemikarbazon farmakofor gruplarının tek bir molekül üzerinde bir araya getirilmesiyle oluşan yeni hibrit moleküllerin sentezleri planlanmaktadır. Bu bileşiklere ilave olarak, dimetoksibenzofuran bileşiklerinin yükseltgenmesi ile oluşacak olan yeni tip benzofurankinon bileşiklerinin de proje kapsamında sentezlenmesi hedeflenmektedir. Bu sayede, literatürde rastlanmamış 7 seri altında toplam 80 farklı bileşik türevinin sentezlenmesi ve metastatik meme ve akciğer kanser hücrelerine karşı sitotoksik etkilerinin ve epigenetik aktivitelerinin incelenmesi amaҫlanmaktadır.
Günümüzde farklı formları bulunan ve bireylere özgü karakteristikler sergileyen kanser hastalığının henüz kesin tedavisi yoktur. Bu sebeple; mevcut ilaçların negatif yönlerinin giderilmesi amacıyla, disiplinlerarası bilimsel yaklaşımlar içinden yeni ve daha etkin ilaçların geliştirilme çalışmaları daha fazla tercih edilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda; proje kapsamında sentezlenecek moleküllerin kanser hücrelerine karşı sitotoksik aktiviteleri ve seçicilikleri kapsamlı testlerle analiz edilecektir. Ayrıca, hibrit moleküllerin bir kısmı kullanılarak yapılmış öncü in siliko moleküler modelleme ve moleküler docking analizleri sonucunda; bazı bileşiklerin epigenetik regülasyonlardan sorumlu BRD proteinlerini inhibe etme potansiyellerinin olduğuna işaret etmiştir. Buna göre; bu moleküllerden bazılarının özellikle histon proteinlerinin modifikasyonlarını okuyan BRD2 ve BRD4 proteinlerine yüksek bağlanma afinitesi gösterdiği ve kanser tedavilerinde inhibitör olarak kullanılma potansiyelleri taşıdıkları anlaşılmıştır. Kanser olgularında başta histon modifikasyonları ile ilişkili olmak üzere bir çok epigenetik değişiklik tespit edilmekte olduğundan kanser tedavilerinde rutin ilaçlara epigenetik ilaçların da eklenmesi giderek yaygınlaşmaktadır. Günümüz kanser tedavilerinde klasik kemoterapi ajanlarının yetersiz kalması dolayısı ile farklı hücresel mekanizmaları hedefleyebilen ilaçlarla kombine yaklaşımlardan, daha başarılı sonuçların alındığı ortadadır. Bunların önemli bir kısmı epigenetik mekanizmaları hedefleyen ilaçlardır. Proje kapsamında; sentezlenecek yeni hibrit bileşiklerin antikanserojenik ve epigenetik ajan olabilme potansiyellerinin in siliko ve in vitro analizleri ile aydınlatılması hedeflenmektedir. Ayrıca; projenin birden fazla hastalığa çare oluşturabilecek yeni aday ilaç türevlerinin keşfi ve TRL4 seviyesine kadar ki analizlerinin tamamlanmasına yönelik ilerlemelere önemli katkı sağlaması amaҫlanmaktadır.
Tek Heteroatomlu Beşli Halka Grubuna Sahip Tiyosemikarbazonların Bizmut(III) Halojenür (BiX3, X: Cl, Br ve I) Bileşiklerinin Sentezi, Karakterizasyonu ve Biyolojik Özelliklerin İncelenmesi |
Prof. Dr. İbrahi̇m İsmet ÖZTÜRK |
TÜBİTAK |
01.07.2021 |
01.07.2022 |
Sunulan bu proje önerisinde;
■ 18 adet yeni bizmut(III) halojenür-tiyosemikarbazon bileşiğinin sentezlenecektir.
■ Sentezlenen bizmut(III) bileşiklerinin kimyasal yapıları çeşitli spektroskopik yöntemler ile aydınlatılacaktır.
■ X-ışını analizine uygun olan bileşiklerin kimyasal yapıları bu analiz tekniği ile de aydınlatılacak ve böylece bizmut(III) halojenür-tiyosemikarbazon bileşiklerinin koordinasyon kimyası hakkında daha fazla bilgi edinilecektir. Şuana kadar literatürde bizmut(III) bromür ve iyodürün tiyosemikarbazon bileşiklerinin kimyasal yapılarının aydınlatılmasına yönelik bir çalışma bulunmamaktadır. Bu projede bu yönde bir çalışmanın yapılacak olması projenin önemini arttırmaktadır.
■ Kimyasal yapıları X-ışını analizi ile aydınlatılan bileşikler için yüzey analiz çalışması yapılacaktır. Bu analiz sayesinde bileşiklerin supramoleküler yapılarının oluşumunda hangi tür etkileşimlerin hangi oranda etkili olduğu belirlenecektir.
■ Sentezlenen ve kimyasal yapıları aydınlatılan bizmut(III) halojenür bileşiklerinin ve serbest ligandların HeLa ile MCF-7 kanser hücrelerine karşı ve MRC-5 normal insan fetal akciğer fibroblast hücrelerine karşı olan etkilerini incelenecektir. Literatürde bizmut(III) halojenürlerin tiyosemikarbazon bileşikleri üzerine çok fazla biyolojik çalışma olmaması projenin değerini arttırmaktadır.
■ Sentezlenen ve kimyasal yapıları aydınlatılan bizmut(III) halojenür bileşiklerinin lipoksigenaz enzimini inhibe edici özellikleri hem deneysel hem de teorik olarak araştırılacaktır.
■ Tiyosemikarbazon ligandlarının sentezinde aldehit veya keton grubunun kullanılacak olmasının bizmut(III) halojenür-tiyosemikarbazon bileşiklerinin koordinasyon kimyasına, üç boyutlu yapıdaki kimyasal etkileşimlerin türüne ve biyolojik özelliklerine nasıl etki edeceği karşılaştırılacaktır.
■ Ligandlarda bulunan beşli halkadaki verici atomun (azot ve kükürt) değişmesinin bizmut(III) halojenür-tiyosemikarbazon bileşiklerinin koordinasyon kimyasına, üç boyutlu yapıdaki kimyasal etkileşimlerin türüne ve biyolojik özelliklerine nasıl etki edeceği karşılaştırılacaktır.
■ Tiyosemikarbazon ligandlarının sentezinde tiyosemikarbazit veya metiltiyosemikarbazitin kullanılacak olmasının bizmut(III) halojenür-tiyosemikarbazon bileşiklerinin koordinasyon kimyasına, üç boyutlu yapıdaki kimyasal etkileşimlerin türüne ve biyolojik özelliklerine nasıl etki edeceği karşılaştırılacaktır.
■ Halojen farkının (klor, brom ve iyot) bizmut(III) halojenür-tiyosemikarbazon bileşiklerinin koordinasyon kimyasına, üç boyutlu yapıdaki kimyasal etkileşimlerin türüne ve biyolojik özelliklerine nasıl etki edeceği karşılaştırılacaktır.
Belirtilen tüm bu karşılaştırmalar proje önerisinin özgünlüğünü ortaya koymaktadır.
Yünlü Dokuma Kumaşların Çok Tabakalı Boyama Tekniği ile Boyanması |
Prof. Dr. Riza ATAV |
TÜBİTAK |
01.10.2023 |
01.10.2025 |
Bilindiği gibi yünlü mamuller katma değeri yüksek ürün grubunda yer almaktadır. Projemizin konusu yün gibi dünya toplam lif üretimi içerisinde küçük bir paya sahip bir lif grubu ile ilgili olmakla birlikte, bu liflerin değer olarak toplam lif üretimi içerisindeki payı dikkate alındığında önemi ve konunun yaygın etkisi daha iyi anlaşılabilecektir. Zira yünlü sektörü katma değeri yüksek niş bir üretim alanıdır.
Bilindiği gibi tekstil ürününün katma değerini artıran en önemli işlem basamağı terbiye işlemleridir. Yün liflerinin işlenmesindeki terbiye prosesleri açısından en önemli sorunlardan biri boyama adımından kaynaklanmaktadır. Normalde bu lifler de bir protein lifi olarak kaynama sıcaklığında boyanmaktadır. Ancak boyama koşulları bu hassas liflerin çeşitli özelliklerine (tutum, mukavemet-elastikiyet, parlaklık vb.) zarar vermektedir. Bu nedenle, söz konusu liflerin daha ılıman koşullarda (daha düşük sıcaklık ve/veya daha kısa süreli) boyanması gerekmektedir. Yalnız bu durumda boyama veriminde düşüşler meydana gelmektedir. Bu nedenle önemli olan boyama veriminde ve haslıklarda bir olumsuzluk yaratmadan liflerin daha ılıman şartlarda boyanmasını sağlayacak bir boyama yöntemi ortaya koymaktır. Son yıllarda üzerinde çalışmaların yoğunlaştığı bir boyama tekniği de çok tabakalı kaplama yöntemidir. Bu yöntem, kumaşın zıt olarak yüklenmiş (anyonik) bir polielektrolit çözeltisi (anyonik boya) ile muamele edilip fazla polimer çözeltisinin nötr bir çözelti içerisinde yıkama işlemi ile uzaklaştırıldığı ve ardından polikatyon çözeltisi ile işlem yapılıp bir durulamadan geçirildiği ve bu şekildeki 4 basamaklı işlemlerin çok kez tekrarlandığı bir işlemdir. Bütün bu işlemler oda sıcaklığında ve kumaş açık en hâlinde yapıldığı için kaynama sıcaklığında çektirme yöntemine göre yapılan halat hâlindeki boyamalara göre önemli avantajlar sağlayacağı düşünülmektedir. Proje kapsamında çeşitli asit boyarmaddeleri ile ozonlama işlemi görmüş ve görmemiş kumaş numunelerinin çok tabakalı kaplama yöntemiyle boyama işlemleri yapılacak ve ardından bu renkler kaynama sıcaklığında yapılan konvansiyonel boyama ile tutturulacaktır. Daha sonra renkleri aynı olan iki farklı yönteme göre boyanmış kumaşların renk (renk verimi ve CIEL*a*b* değerleri) ve haslık özellikleri (yıkama, sürtme ve ışık) ile fiziksel-teknolojik özellikleri (elastikiyet, mukavemet, keçeleşme vb.) ve tutum özellikleri karşılaştırılacaktır. Ayrıca her iki yönteme göre boyama sırasında su, enerji ve kimyasal tüketimleri kıyaslanacak ve proseslerin çevresel etkileri de irdelenecektir.
Literatür incelendiğinde çok tabakalı kaplama tekniği ile özellikle fonksiyonel özelliklere sahip kumaşların geliştirilmesi üzerinde çalışmaların bulunduğu, boyama konusundaki çalışmaların ise sınırlı olduğu görülmektedir. Ülkemizde Sarıışık ve Uğur ile ark. tarafından yapılmış çok çeşitli çalışmaların bulunduğu görülmektedir. Ancak gerek uluslararası gerekse de ulusal anlamda yün liflerinin bu teknikle boyanması üzerine herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Ayrıca bugüne kadar ozonlama işlemi sonrası çok tabakalı boyama tekniği ile boyama üzerine bir çalışma da literatürde yer almamaktadır. Bunun ötesinde bugüne kadar yapılan çalışmaların hiçbirinde çok tabakalı boyama yönteminin mevcut çektirme yöntemi ile boyamaya göre avantaj ve dezavantajları karşılaştırmalı olarak ortaya koyulmamıştır. Günümüzde temiz üretim, en büyük hassasiyet gösterilen konulardan birisi olmuştur. Bu noktada yeni geliştirilen bir boyama prosesinin hem ekonomik hem ekolojik açıdan avantaj ve üstünlüklerinin iyi irdelenmesi büyük önem taşımaktadır. Projemizin bu açıdan da literatüre önemli katkılar sağlayacağını ve özgün olduğunu söylemek mümkündür.
KURŞUN EKSTRÜZYON SÖNÜMLEYİCİLERİN BOYUTSAL OPTİMİZASYONU VE BİNA MİMARİ VE İŞLETME FONKSİYONLARIYLA BARIŞIK BİR GÜÇLENDİRME YAKLAŞIM |
Dr. Öğr. Üyesi Ci̇han SOYDAN |
TÜBİTAK |
15.09.2021 |
15.03.2023 |
Ülkemizde deprem dayanımı yetersiz çok sayıda konut ve endüstriyel tipte bina bulunmaktadır. Bu tür binaların depremde hasar görmesi can kayıplarına ve ekonomik zarara neden olmaktadır. Depreme karşı güvenli binalar oluşturulması ve mevcut yapıların depreme karşı güvenli hale getirilmesi, deprem sonrasında oluşabilecek can ve mal kayıplarının en az seviyede tutulabilmesini, afet yönetiminin daha kontrollü ve verimli gerçekleştirilmesini sağlayacak önemli bir faktördür. Yaşanabilir, dayanıklı ve güvenli konutları kullanan toplumun yaşam kalitesi artacağı gibi, deprem sonrasında oluşması muhtemel işgücü ve ekonomi kayıpları azalacak, hayatın normalleşme süresi kısalacak dolayısıyla sosyal ve ekonomik sıkıntılar en az seviyede yaşanmış olacaktır.
Deprem sırasında büyük miktarda enerji ortaya çıkmakta ve bu enerjinin bir kısmı binalara aktarılmaktadır. Çağdaş deprem yönetmeliklerinde, bina içinde farklı enerji türlerine dönüşen bu enerjinin büyük bir kısmının, yapısal elemanların belirli bölgelerinde doğrusal olmayan şekildeğiştirmeler meydana gelerek tüketilmesi öngörülmektedir. Binaların sünek davranış sergilemesi doğrultusunda tasarım ve uygulama esaslarının belirlendiği bu yönetmeliklerde öngörülen plastik deformasyonlar sınırlanmaktadır. Depreme dayanıklı bina tasarımında uygulanan yeni yaklaşımlar ile yapısal sisteme özel elemanlar dahil edilerek enerji tüketiminin bu elemanlarda yoğunlaşması sağlanabilmekte ve yapısal elemanlarda oluşan sismik talep azaltılabilmektedir. Enerji sönümleyiciler olarak ifade edilen bu elemanların kolay değiştirilebilir olması durumunda elemanlar yenileri ile değiştirilmek suretiyle, yapı sisteminde önemli bir onarıma ihtiyaç duyulmadan, bina deprem öncesi kapasitesinde kalabilmektedir.
Enerji sönümleyiciler farklı malzeme ve sönüm mekanizmalarından yararlanmaktadır. Bu nedenle, akademik alanda ve uygulama alanında, birbirinden farklı boyutlara ve uygulama biçimlerine sahip sönümleyiciler tasarlanmış ve kullanılmıştır. Bina içerisine yerleştirilecek enerji sönümleyicilerin ve bağlantı elemanlarının, binanın boşaltılmasını gerektirmeden ve kullanım amacına etki etmeden yapı içerisine dahil edilebilecek boyutlarda olması önemlidir. Bina sakinlerinin binayı boşaltması veya işletmenin faaliyetlerini durdurması/yavaşlatması binanın depreme karşı güvenliğinin arttırılması maliyetlerini dolaylı olarak artırmaktadır.
Önerilen bu çalışmanın amacı, binaların deprem güvenliğini ve enerji tüketme kapasitesini artırırken, binanın kullanım amacına etki etmeden, pencere veya diğer açıklıkların kapanmasına neden olmadan kolayca yapı içerisine dahil edilebilen boyutlarda yerli üretim bir sönümleyicinin deneysel ve nümerik olarak optimize edilmesi ve sönümleyici için tasarım denklemlerinin oluşturulmasıdır. Çalışmada kullanılacak kurşun ekstrüzyon sönümleyicinin (KES) prototipi üretilmiş olup, yüksek lisans ve doktora çalışmaları kapsamında davranışı deneysel olarak belirlenmiştir. Ayrıca, çelik moment aktaran ve önüretimli betonarme moment aktarmayan kiriş kolon birleşimlere KES yerleştirilerek, sistem ve eleman davranışı statik ve dinamik yükler etkisi altında deneysel ve nümerik olarak incelenmiştir.
Bu çalışmada, KESi oluşturan elemanlara ait boyutların ve kurşun üzerine uygulanan öngerilmenin sönümleyici davranışına etkisi nümerik ve deneysel olarak incelenecektir. Nümerik çalışma için sonlu elemanlar yöntemi kullanılarak üç boyutlu modeller hazırlanacak, tüm elemanların malzeme davranışı kendi mekanik özellikleri ile tanımlanacak ve çevrimsel yerdeğiştirme etkisi altında sönümleyici davranışı incelenecektir. Deneysel çalışma, sinüzoidal yerdeğiştirme etkisinde 20 adet sönümleyici numunesi kullanılarak gerçekleştirilecektir. Nümerik çalışma ve deneysel çalışma sonuçları değerlendirilerek, istenilen kuvvet ve yerdeğiştirme kapasitesinde sönümleyicilerin boyutlandırılmasında kullanılacak tasarım denklemleri oluşturulacaktır. Oluşturulan tasarım denklemlerinden yararlanılarak KES’lerin matematiksel optimizasyonu gerçekleştirilecektir. Tasarım denklemleri kullanılarak boyutları belirlenecek 3 adet sönümleyici üretilerek EN15129 normuna uygun olacak şekilde teste tabi tutulacak ve tasarım denklemlerinin etkinliği ortaya konacaktır. Mevcut bir binanın yalın ve KES ile güçlendirilmiş durumlarına ait nümerik modeller oluşturulacak, zaman tanım alanında doğrusal olmayan çözümlemeler yapılacaktır. Mevcut binanın yapısal kapasite büyüklükleri hesaplanacak, mevcut ve güçlendirilmiş binanın yapısal talepleri birbiri arasında ve kapasite büyüklükleri ile kıyaslanacaktır. Çalışma, araştırma kapsamı ve ortaya koyacağı tasarım denklemleri açısından özgündür.
Bu çalışma ile sönümleyici oluşturan eleman boyutlarının sönümleyici kuvvet yerdeğiştirme davranışına etkisi araştırılmış, sönümleyici için tasarım denklemleri oluşturulmuş ve optimizasyonu gerçekleştirilmiş olacaktır. Böylece, yerli üretim bir sönümleme elemanı geliştirilmiş olacaktır. Yerli üretim bir sönümleyicinin geliştirilmesi, yurt dışı menşeili sönümleyici ürünlere alternatif ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Burada sunulan araştırma projesi önerisi depreme dayanıklı güvenli yapılar oluşturulması, mevcut yapıların güçlendirilmesine yönelik yenilikçi yöntemlerin geliştirilmesi ve deprem etkisini sönümleyici mühendislik çözümlerinin/yaklaşımlarının geliştirilmesi açısından önem taşımaktadır.
Yün Boyamacılığında Endüstriyel Üretimde Kullanılmaya Elverişli Doğal Boyaların Belirlenmesi ve Bir Doğal Boya Gamı Oluşturulması |
Prof. Dr. Riza ATAV |
TÜBİTAK |
01.09.2022 |
31.03.2023 |
Doğal boyamacılığın endüstriyel uygulamaya aktarılmasının önündeki engeller halen aşılamamış olduğundan günümüz tekstil endüstrisinde doğal boyaların önemli bir yeri bulunmamaktadır. Ancak özellikle son yıllarda endüstriyel üretimde kullanımına yönelik özellikle önemli markalar tarafından ciddi bir talep bulunmaktadır. Doğal boyamacılığın endüstriyel üretimde kullanılmasının önündeki en önemli iki engel ise elde edilen renklerin tekrarlanabilirliğinin düşük olması ve yeterli haslık eldesi için çevre açısından sorun yaratan mordan adı verilen ağır metal tuzlarının kullanılmasının gerekliliğidir. Bu proje kapsamında yün liflerinin boyanmasında doğal boyaların seri üretimde kullanılmasının önündeki bu iki soruna çözüm aranacaktır. Bu durum projeyi önceki çalışmalardan ayıran ve özgün kılan en önemli unsurlardandır.
Doğal boyaların yapısı dikkate alındığında doğal boyaların boyamaya en elverişli oldukları lifler yün ve poliamiddir. Mordan kullanımı sorununa çözüm bulmak için ise 50 farklı bitki ile yün lifleri mordansız olarak boyanacak ve mordan kullanılmadan da yeterli haslık eldesi veren bitkiler tespit edilmeye çalışılacaktır. Bitkilerdeki renk veren etken maddelerin kimyasal yapıları incelendiğinde aslında bazı doğal boyaların mordan kullanılmadan da liflere sağlam bir şekilde bağlanabileceği anlaşılmaktadır. Bu şekilde yapılacak geniş kapsamlı çalışmalarla yün lifleri üzerinde mordan kullanımına gerek olmadan iyi renk verimi ve haslıklar sağlayan bitkiler tespit edilmiş olacaktır.
Doğal boyadan elde edilen rengin tekrarlanabilirliğinin kötü olmasının nedeni ise şu an için mevcut çalışmalarda bitkinin alınıp kaynatılarak doğal boya içeren çözeltinin elde edilmesi ve bunun boyamada flotte olarak kullanılmasıdır. Bu durumda, seri üretimde bugün elde edilebilen bir rengin tekrar istenildiğinde (örneğin 3 ay sonra) aynen tutturulabilmesi pek mümkün olamamaktadır. Oysa bu proje kapsamında yün lifleri üzerinde mordan kullanılmadan da iyi haslık veren bitkiler tespit edildikten sonra, bu bitkilerden daha önce Rıza ATAV tarafından tamamlanmış akrilik liflerinin doğal boyalarla boyanmasına ilişkin proje kapsamında kurulmuş laboratuvar ölçekli bitkilerden ekstraksiyon yoluyla toz halde boyarmadde üretimi altyapısı kullanılarak toz formda boya üretimi gerçekleştirilecek ve sonraki çalışmalar toz formdaki boyalarla yapılacaktır. Dolayısı ile ileride bu boyaların boyarmadde üreticisi firmalar tarafından seri üretimi gerçekleştirildiğinde (üretici firma belirli bir bölgede büyük ölçeklerde yetiştirilen bitkileri satın alarak hep aynı kaynaktaki bitkilerden boya elde edecek olduğundan) tekrarlanabilirlik sorununun önüne geçilmiş olacaktır. Tabi ki normal sentetik boyalarda olduğu gibi belirli bir lot farkı olacaktır, ancak bitkiyi alıp her seferinde kaynatarak yapılan boyamaya göre çok daha iyi bir tekrarlanabilirlik sağlanacaktır.
Yün liflerinin doğal boyalarla boyanması üzerine literatürde pek çok çalışma bulunmasına karşın (örneğin, Eyüpoğlu vd., 1983. Öztürk, 1999. Bhattacharya ve Shah, 1999, Bechtold vd, 2003. Akcakoca vd, 2009. Montazer vd, 2004. Riva vd, 1991. Seventekin ve Gülümser, 1987. Seventekin ve Gülümser, 1988. Seventekin ve Gülümser, 1990. Tsatsaroni ve Liakopoulou, 1995. De Santis, ve Moresi, 2007.) bunların hiçbirisi doğal boyaların yün liflerinin boyanmasında endüstriyel üretimde kullanılmasını sağlamaya yönelik değildir. Literatürdeki çalışmaların büyük bir kısmı çeşitli bitkilerle boyama ve elde edilen renk ve haslıkları değerlendirme şeklindedir. Deney planları genelde boya konsantrasyonu, mordan cinsi ve konsantrasyonuna bağlı elde edilen renk ve haslıkların tespitidir. Bunun dışında bazı makalelerde çeşitli ön işlemlerin (enzimatik ön işlem, ozon, plazma ile yüzey modifikasyonu vb.) doğal boyamadaki etkileri üzerine odaklanılmıştır. Ancak literatürde doğal boyamanın sorunlarına cevap arayan çalışmalara pek rastlanmamaktadır. Yün liflerinde çok çeşitli bitkilerle boyama yapmak ve renk elde etmek mümkündür. Bugün ihtiyaç duyulan mordan kullanımına gerek kalmadan yünü iyi renk verimi ve haslıklarda boyayabilecek bitkilerin saptanması ve endüstriyel ölçekli üretim koşullarında doğal boyaların kullanımının önündeki engellere çözüm getirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında bu proje kapsamında getirilen yaklaşımın özgün olduğu ve literatüre katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Pulmoner Hipertansiyon RDW İlişkisinin İncelenmesi |
Doç. Dr. Emrah AYDIN |
TÜBİTAK |
15.12.2021 |
15.06.2022 |
Konjenital diafragma hernisi (KDH) her 2500-5000 canlı doğumda bir görülen doğumsal bir hastalıktır.
Neonatal ve yenidoğan ünitelerindeki ciddi ilerlemelere rağmen KDH ile doğan yenidoğanların %40-50
mortalitesi bulunmaktadır. KDH’ne bağlı ölümler diafragmadaki defektin kendisinden ziyade pulmoner
hipoplazi ve pulmoner hipertansiyon nedeni ile meydana gelmektedir. KDH olgularına prenatal
dönemde tanı koyabilmek ve postnatal dönemdeki PHT’un derecesini öngörebilmek için radyolojik tanı
yöntemlerinden faydalanılmaktadır. Prenatal ultrason (USG) ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG)
başlıca kullanılan araçlardır. Bu araçlar vasıtası ile yapılan incelemeler sonucunda hastalığın ciddiyetini
öngörebilmek için farklı uygulamalar ya da ölçümler önerilmiştir. Ancak bunların her biri ya fetüse kısmi
invaziv işlem – genel anestezi – gerektirmektedir ya da kesinliği yeterli değildir. Maliyeti düşük, invaziv
olmayan ve tanı keskinliği yüksek parametrelere duyulan ihtiyaç çok yüksektir. Ayrıca literatürde
RDW’nun yetişkinlerde görülen PHT olgularında prognostik bir belirteç olduğu gösterilmiştir. Yenidoğan
yoğun bakım ünitesindeki yenidoğanlarda görülen ve yüksek morbidite ile mortalite oranlarına sahip
persistan pulmoner hipertansiyon üzerine yapılan bir çalışmada RDW’nun persistan pulmoner
hipertansiyonu öngörmede yardımcı olabileceği bildirilmiştir. Önermiş olduğumuz projede hipotezimiz
prenatal dönemde anneye ait RDW değerleri ile yeni doğanın KDH’ya bağlı postnatal pulmoner
hipertansiyonunun derecesi öngörülebilir olacağıdır. Böylelikle mümkün olabilen en erken dönemde
hastalığın derecesini ortaya koyabilmek mümkün olacaktır.
Topraktan izole edilen Blepharisma Perty, 1849 türlerinin (Ciliophora, Heterotrichida) morfolojik ve moleküler karakterizasyonu |
Prof. Dr. Naci̇ye Gülkiz ŞENLER |
TÜBİTAK |
01.03.2022 |
01.03.2023 |
Mikrofaunanın çeşitli ekosistemlerdeki öneminin anlaşılmasından sonra, protozoonlar ya da daha geniş anlamda protistlere ilgi artmış ve değişik ekosistemlerdeki takson çeşitliliği ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Yapılan çalışmalar, mevcut protozoon sayısının çok daha fazla olduğunu, bu alanda yapılan çalışmaların değişik coğrafik bölgelere yayılması gerektiğini ve yeni tür sayısında artışın kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Serbest yaşayan protozoonların önemli bir grubunu siliyatlar oluşturmaktadır. Ülkemizde yayılış gösteren heterotrich siliyat Blepharisma Perty, 1849 türlerine ait şimdiye kadar kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Bu eksikliği gidermek amacıyla sunulan bu çalışmada, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Yerleşkesi’nden alınan toprak örneklerinden “non-flooded Petri dish” yöntemine uygun kültürler hazırlandı. Blepharisma’ya ait iki popülasyon belirlendi. Populasyonlara ait deskripsiyonlar canlı gözlemler ve gümüş boyama tekniklerine dayanmaktadır. Blepharisma türleri renksiz ya da koyu pembeye kadar değişen bir renge ve iğ biçimli bir vücuda sahip heterotrich siliyatlardır. Bu protistler peristomun sol tarafında belirgin adoral zon membranellerine, sağ tarafta paroral membrana sahiptirler. Blepharisma popülasyonlarının 18S rDNA gen dizisi ökaryotik üniversal primerler kullanılarak belirlenecek ve Gen Bankası veri tabanında depolanmış olan Blepharisma tür ve popülasyon dizileri ile karşılaştırılacaktır. Bulgular orijinal tanım ve literatürdeki mevcut veriler ile karşılaştırılacak, benzerlik ve farklılıklar tartışılarak değerlendirilecektir. Proje olarak teklif edilen bu çalışma ile toprak siliyatlarının çeşitliliğinin ortaya çıkarılmasına katkı sağlamak amaçlanmıştır.
Arıtma Tesisi Çıkış Suyunun Yeniden Islahı ve Çeltik Tarımındaki Etkilerinin Belirlenmesi |
Prof. Dr. Yeşi̇m AHİ |
TÜBİTAK |
01.06.2022 |
01.11.2024 |
Proje ile; su kaynaklarının kısıtlı, plansız ve hızla gelişen sanayi sektörü nedeniyle giderek kirlenmekte ve azalmakta olduğu Marmara Bölgesi Meriç-Ergene Havzasında, evsel arıtılmış atık suların yeniden kullanımı ile tarımda alternatif su kaynaklarının oluşturulması hedeflenmektedir. Esas amaç; Islah edilen evsel atık suların öncelikli olarak bölgede ciddi boyutlarda üretimi yapılan çeltik tarımında kullanılabilirliğinin araştırılması, tava sulama yöntemi ile damla sulama yöntemindeki etkinliğinin belirlenmesidir. Proje, havzada yer alan tüm evsel atıksu arıtma tesislerinden çıkacak olan günlük yaklaşık 200 000 m3 lük arıtılmış atık suyun, yılda milyonlarca m3 su kullanan çeltik tarımında yeniden kullanılması, dolayısıyla su ve toprak kaynaklarının geliştirilmesine ciddi katkı sağlaması, ortaya çıkan sonuçların toprak, su, ürün kalitesi ve gıda güvenliği bakımından değerlendirilmesi ve ülkemizde ilk olacak olması bakımından özgün olacaktır.
Kırklareli Atatürk Toprak Su ve Tarımsal Meteoroloji Araştırma Enstitüsü tarım arazisinde seçilen pilot alanda çeltik tarımı yapılacaktır. Su kaynağı olarak; Kırklareli İleri Biyolojik Evsel Atıksu Arıtma Tesisi (AAT) çıkış suyu ve şahit olması bakımından temiz su kullanılacaktır. Bu amaçla; öncelikle proje alanında yer alan Kırklareli İleri Biyolojik Evsel Atık Su Arıtma Tesisi çıkış suyu periyodik olarak Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliğinde yer alan Kıta içi Su Kaynaklarının Sınıflarına Göre Kalite Kriterleri, Teknik Usuller Tebliğinde yer alan Sulama Sularının Sınıflandırılmasında Esas Alınan Sulama Suyu Kalite ölçütleri, Atıksu Arıtma Tesisleri Teknik Usuller Tebliği Ek-7 ve Gıda mevzuatında ön görülen kalite kriterlerine göre fiziksel, kimyasal ve biyolojik açıdan incelenecektir. Araştırmada, 2018 yılı ve öncesinde belirlenen çıkış suyu kalite parametreleri dikkate alınarak, sulama sistemine alınacak tesis çıkış suyu özellikle mikrobiyolojik ve toksik düzey oluşturabilecek organik ve diğer kirleticilerin giderilmesiyle yeniden ıslah edilerek sulamada kullanılacaktır. Araştırma, bölünmüş bloklar şerit parseller deneme düzeninde 3 tekerrürlü olarak yürütülecek, damla ve tava sulama yöntemleri ile arıtma sisteminin gerektirdiği unsurlar deneme desenine göre ilave edilecektir. Farklı periyotlarda, suda, toprakta, bitkide ve üründe ağır metal ve makro-mikro besin element analizleri ile mikrobiyolojik analizler yapılacaktır.
Melezleme Islahı Yöntemiyle Su Stresine Toleranslı Yeni Çilek Çesitlerinin Gelistirilmesi ve Su Stresi ile Iliskili Aday Genlerin Belirlenmesi |
Doç. Dr. Hayat TOPÇU |
TÜBİTAK |
01.12.2022 |
01.12.2025 |
Çilek; antioksidanlar, vitaminler, mineraller ve lif bakımından en zengin meyve türlerinden biri olmakla beraber diyet programlarında önerilen bir meyvedir. Çilek yetiştiriciliğinin temel sorunlarından biri olan su stresi, sadece toprakta yapılan yetiştiricilikte değil topraksız kültürde de çok ciddi bir sorundur. Son zamanlarda su stresi ile beraber azalan verim ve meyve kalitesindeki düşüş çiftçileri şikâyet eder hale getirmiştir. Bu yüzyılın sonlarına doğru Akdeniz ülkelerinde sıcaklığın 4-5 °C artacağı öngörülmekte ve bu sıcaklık artışının su stresinin olumsuz etkisini daha da artıracağı ve bu durumun çileğin meyve verimi ve kalitesi üzerinde çok ciddi etkileri olacağı tahmin edilmektedir. Bu sorunu çözmek için farklı tarımsal uygulamalar denenmiş olsa da bu uygulamalar çok maliyetli olup soruna kalıcı bir çözüm getirilememiştir. Bu nedenle, su stresine karşı yapılabilecek en iyi çözüm su stresine toleranslı yeni çilek çeşitlerinin geliştirilmesidir. Bu konu ile ilgili dünyada çok az sayıda ıslah çalışmaları yapılırken, ülkemizde bugüne kadar su stresine toleranslı yeni çilek çeşitlerinin geliştirilmesi ile ilgili bir ıslah çalışması bulunmamaktadır. Toleranslı çeşitler sadece melezleme ve seleksiyon gibi geleneksel ıslah yöntemleriyle elde edilebilse de uzun yıllar almaktadır. Günümüzde markör destekli ıslah ve genetik mühendisliği kullanılarak çeşit geliştirme çalışmaları daha hızlı ve etkin bir şekilde yürütülebilmektedir. Ancak çilekte su stresi ile ilgili yapılmış moleküler çalışmalar da yeterli değildir. Bu proje ile birlikte çilekte su stresine tolarant bir çilek çeşit ıslah programı başlatılmış olacaktır. Çilekte farklı özellikler ile ilgili birçok QTL çalışmaları yürütülmüş ancak yapılan çalışmaların büyük bir bölümünde meyve kalitesi ve hastalığa dayanıklılık üzerine yoğunlaşılmıştır. Ancak şimdiye kadar çilekte su stresi veya herhangi bir abiotik stres ile ilgili QTL bölgesi, markör geliştirmeye yönelik çalışma yapılmamıştır. Halihazırda devam eden Avrupa Birliği projemizde, çilek genetik kaynaklarımızın su stresine duyarlılık ve tolerans durumları ortaya çıkarılmıştır. Bu projede ise; AB projesinde belirlenmiş olan en tolerant ve en duyarlı bireyleri kullanarak; a)su stresine toleranslı, yüksek verim ve üstün meyve kalite özelliklerine sahip yeni çilek çeşitlerinin melezleme yöntemiyle geliştirilmesidir. Projenin ilk yılında 6 populasyona ait 1200 F1 bireyin yaklaşık 600’üne in vitro diğer 600’üne in vivo koşullarda kısıntılı su stresi uygulanacak ve su yönetiminde en önemli bazı morfolojik ve fizyolojik parametrelere (stomatal iletkenlik (gs), yaprakta kuru madde içeriği (%), klorofil miktarı, yaprak sıcaklık değeri, yaprak su potansiyeli, yaprak alanı indeksi ve ABA içeriği) göre tarama yapılacaktır. İkinci yılında, su stresi deneme sonuçlarına göre, en tolerant yaklaşık 20-30 adet F1 birey seçilecek ve vejetatif olarak çoğaltılacaktır. Seçilecek 20-30 F1 birey su stresine maruz bırakılarak bazı morfolojik ve fizyolojik parametrelere göre değerlendirilecektir. Aynı zamanda, kontrol bitkileri de (su stresi uygulanmamış) verim ve meyve kalite parametreleri açısından değerlendirilecektir. Üçüncü yılda, su stresine en toleranslı olarak seçilecek F1 bireylerinden 5-10 adedi ile iki farklı lokasyonda adaptasyon çalışmaları yapılacaktır. b) Su stresine toleranslı ve duyarlı iki birey melezlenerek F1 populasyonu oluşturulacak, F1 bitkileri su stresine tolerans bakımından taranacak, duyarlı ve tolerant bitkilerin DNA’ları ile ayrı ayrı bulk yapılacak ve bulk DNA’lar ebeveyn DNA’ları ile birlikte QTL-seq yaklaşımıyla sekanslanarak su stresi ile ilgili genomik bölgeler belirlenecektir. c) RNA-seq analizinde ise QTL-seq analizinde kullanılacak ebeveynler su stresine maruz bırakıldıktan sonra su stresi ile ilgili farklı seviyede ifade olan genler saptanacaktır. d) Son olarak ise QTL-seq ve RNA-seq analizi ile sadece QTL bölgesinde farklı seviyede ifade olan aday genler belirlenecek ve su stresi ile bağlantılı genlerin doğrulaması yapılacaktır.
Proje dört farklı iş paketinden oluşmakta ve süresi 36 aydır. Projede yürütücü ile altı araştırmacı, bir danışman ve üç bursiyer ÇÜ’den ve NKÜ’den ve Alata Araş. Enst.’den birer araştırmacı görev alacak olup, projeyi yürütecek her türlü altyapı olanakları bulunmaktadır.
Proje kapsamında 2 ya da 3 adet makalenin etki faktörü yüksek dergilerde yayımlanma potansiyeli yüksektir. Sonuçlardan çilek ıslahçıları ve üreticileri yararlanabilecektir. En az iki adet lisansüstü tez öğrencilerinin tez konusu olabilecek niteliktedir.
PANI-CuO Kompoziti Kullanılarak Tekstil Azo Boyasının Fotokatalitik Degradasyonunun Deneysel ve Hesapsal Olarak İncelenmesi |
Prof. Dr. Yelda YALÇIN GÜRKAN |
TÜBİTAK |
02.01.2022 |
02.01.2023 |
İleri oksidasyon yöntemleri, atık sulardan organik kirleticilerin uzaklaştırılmasında kullanılan etkili bir yöntemdir. Heterojen fotokataliz yöntemi, düşük enerjili UV-A ışığı ve yarı iletken fotokatalizörlerin bir arada kullanımı ile suda bulunan organik kirleticilerin parçalanmasını esasına dayanmaktadır. Fotolitik açıdan dayanıklı, ucuz ve zehirsiz oluşu özellikleri ile alternatif bir yarı iletken olan bakır oksit (CuO) bu yöntemde kullanılabilmektedir. Günümüzde, CuO’ in fotokatalitik aktivitesinin arttırılmasına yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda, polianilin (PANI) iletken polimerinin ve CuO ile birlikte başka yarı iletkenlerin veya polimelerin kullanılması ile hazırlanan kompozitlerin olduğu çalışmalar oldukça sınırlıdır. Ayrıca, iletken polimeri PANI ile yüzeyi değiştirilmiş CuO (PANI-CuO) kompozitinin fotokatalitik aktivitesi ve karakterizasyonu ile ilgili literatür çalışmasında eksiklikler olduğu görülmüştür.
Bu araştırma önerisinde, PANI-CuO kompoziti eş-anlı (in situ) kimyasal oksidatif polimerizasyon yöntemi kullanılarak sentezlenecektir. Hazırlanacak kompozitlerin karakterizasyonu, FT-IR, XRD, UV-DRS, XPS, BET, ESEM, Raman spekstrospisi ve zeta potansiyel teknikleri kullanılarak yapılacaktır. PANI-CuO kompozitlerinin fotokatalitik aktivitesi, bir tekstil azo boyar maddesi olan reaktif turuncu 122 (RO-122)’ nin fotokatalitik degredasyonu ile incelenecektir. RO-122 azo boyasının olası fotokatalitik degradasyon mekanizması ise deneysel ve hesapsal kimya birarada kullanılarak aydınlatılacaktır. Projenin teorik kısmı, Kavramsal Yoğunluk Fonksiyoneli Teoremi (KYFT) ile Fukui fonksiyonları kullanılarak RO-122 boyasının olası fotokatalitik degradasyon mekanizmasının ve degradasyon ara ürünleri belirlenmesini içermektedir. Yoğunluk Fonksiyoneli teorisi (YFT) seçilerek B3LYP fonksiyoneli ve 6-31G* temel seti kullanılacaktır. GC-MS kullanılarak fotokatalitik degaradasyon sonucunda oluşan ürünlerin belirlenmesi ile hesapsal sonuçlar birleştirilecektir.
Akut Miyeloid Lösemide Eksozom Kökenli MikroRNA'ların Araştırılması |
Doç. Dr. Bahadir BATAR |
TÜBİTAK |
06.11.2023 |
06.11.2024 |
Akut miyeloid lösemiler (AML), hızla ilerleyen, kemik iliğindeki miyeloid hücre sayısında artış ve olgunlaşmalarında durma ile karakterize edilen, klonal bir hematopoietik kök hücre bozukluğu olup genetik, biyolojik ve klinik olarak heterojendir. Hematopoietik kök hücreleri (HSC) AML’ye dönüşüme teşvik eden bir çok çevresel ve genetik risk faktörü tespit edilmiştir. Bunlar arasında yaş, öncül hematolojik hastalıklar ve genetik bozukluklar, virüs enfeksiyonu, radyasyon ve çeşitli kimyasallara maruz kalma gibi etmenler bulunur.
AML'deki başlıca ilerletici mutasyon hedefleri arasında DNA metilasyonları, kromatin modifikasyonu, RNA eklenmesi, transkripsiyon, sinyal iletimi, kohezin düzenlemesi ve DNA onarımında yer alan moleküller bulunur. Mutasyonlar sıklıkla spesifik hastalık fenotipi, ilaç yanıtı ve klinik sonuçlarla ilişkili olduğundan hastalığın daha iyi yönetimi için AML genetiğini iyi bilmek gereklidir.
Eksozomlar, memeli hücrelerinden salınan hücre dışı veziküllerin (EV) üç ana alt grubu (eksozomlar, mikro veziküller ve apoptotik veziküller) arasında en iyi araştırılan gruptur. Hücreler arası iletişimde önemli rolleri vardır. Kanser hücreleri genellikle normal hücrelerden daha fazla eksozom üretir. Kanser hücrelerinden türetilen eksozomlar hem yerel hem de uzak mikro ortamları değiştirmek için güçlü bir kapasiteye sahiptir. Eksozomlar, multiveziküler cisimlerin zarlarından kaynaklanır ve elektron mikroskobu altında 50 nm ile 150 nm arasında değişen çaplarda gözlenirler. Eksozom yapısı heterojendir ve yüzeylerinde; serin membran lipidleri, kolesterol, sfingolipid, gliserofosfolipid, sifingomyelin, seramid, köken aldığı hücrenin plazma membranında bulunan özgün proteinler ve yüzey belirteçleri taşırlar. Üzerlerinde taşıdıkları reseptörlerle diğer hücreler tarafından tanınıp hücre içine alınabilirler. Eksozomlar içlerinde ise, hücreler arası haberleşme ve sinyal iletimleri rollerinde kullanılmak üzere, nükleik asitler, proteinler, miRNA, mRNA, nükleoproteinler, çeşitli enzimler, DNA bulundurabilirler.
Kanser hücreleri genellikle normal hücrelerden daha fazla eksozom üretir ve kanser hücrelerinden türetilen eksozomlar hem yerel hem de uzak mikro ortamları değiştirmek için güçlü bir kapasiteye sahiptir. Eksozomlar hem verici hem de alıcı hücreyi etkileyebilir. Eksozom ilişkili RNA'lar, miRNA'lar, proteinler, DNA'lar ve metabolitler, otokrin ve parakrin sinyalleme yoluyla alıcı hücrelerin kaderini değiştirebilir; eksozomal proteinler, bir otokrin yol aracılığıyla eksozom salan hücreleri etkileyebilir, ayrıca eksozomal DNA, hücre hayatta kalmasının kendisini değiştirebilir.
MikroRNA'lar (miRNA) evrimsel olarak korunan küçük kodlayıcı olmayan 18-24 nukleotidlik RNA'lardır ve esas olarak hedef mRNA'nın baskılanması, transkripsiyon sonrası gen regülasyonu veya translasyonun düzenlenmesi gibi önemli fizyolojik etkilere sahiptir. miRNA'ların lipoproteinler, çözünür proteinler ile kompleksler halinde veya EV'lerde kapsüllenmiş olarak çeşitli vücut sıvılarına salındığı keşfedilmiştir. EV ile ilişkili miRNA'lar ve diğer moleküler yükler, uzun mesafeli hücreden hücreye iletişimde önemli bir rol oynayan kan dolaşımı aracılığıyla alıcı hücrelere götürülebilir.
Tüm bu bulgular ışığında AML hastaları ve sağlıklı kontrollerin kanlarından eksozom elde edilerek taşıdıkları kargolardan biri olan, tedavi yanıtı ve tedavi direnci ile ilişkili miRNA’ları incelemeyi amaçlamaktayız. Bunun için hedef miRNA’larımız miRNA 370, miRNA 335, miRNA 21, miRNA124 ve miRNA126’dır. Bunlar AML’de daha önce prognostik olarak gösterilmiş ancak AML kökenli eksozom profillerinde durumları tam olarak ortaya konmamış miRNA’lardır. Ayrıca bildiğimiz kadarıyla daha önce, bu miRNA’ların t(8:21), t(15:17) ve inv (16) alt gruplarındaki AML hastalarından izole edilen eksozomlardaki ekspresyon profillerinin birbirlerine göre durumlarını karşılaştırmalı olarak inceleyen bir çalışma bulunmamaktadır.
Çalışmamızda t(8:21) ve t(15:17) translokasyonlarına ve inv(16) inversiyonuna sahip AML hastalarının plazmalarından saflaştırılan eksozomlardaki miRNA 370, miRNA 335, miRNA 21, miRNA124 ve miRNA126 ifadeleri analiz edilecek ve hasta klinik seyirleriyle karşılaştırılacaktır. Bu miRNA‘ların bir kısmı daha önce lösemi gelişimindeki rolleri çalışılmış olan miRNA’lar ve bunlara ilaveten özellikle prognoz ile ilgili miRNA’lardır. Bu miRNA‘lar farklı alt gruplardaki AML hastalarında ve sağlıklı kontrollerde ifade düzeyleri açısından analiz edilecek ve hasta klinik seyirleri ile karşılaştırılacaktır. Bu açıdan çalışmamız özgün değere sahip ve alana katkı sağlayacak niteliktedir.
SİLAJ KALİTESİNİ İYİLEŞTİRMEYE YÖNELİK YAPAY SİNİR AĞLARI TEMELLİ KARAR DESTEK SİSTEMİNİN GELİŞTİRİLMESİ |
Prof. Dr. Fulya TAN |
TÜBİTAK |
01.10.2022 |
01.03.2024 |
Proje Özeti
Sürdürülebilir ve verimli bir hayvancılık için kaba yemlerin önemi ve kalitesi tartışılmaz derece önemlidir. Günümüzde kaba yem kaynaklarımızın hayvanların ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu, bunun yanında kalite içeriklerinin sorgulandığı bilindiğinde önemi bir kez daha artmaktadır. Yurtdışından ithal edilen kalite sınıfı düşük yemler bu açığı kapatmaktan oldukça uzaktır. Silaj yemler besin madde içeriği yüksek olması ile hayvan beslemede olması zorunlu yem grubudur. Yürütülen saha çalışmalarından da görüldüğü gibi silo yönetim aşamalarında yapılan hatalar veya eksik uygulamalar ile silaj kalite sınıfları düşük olduğu hatta büyük oranlarda bozulma nedeni ile kayıpların arttığı, hayvan hastalıkları gibi birçok problemleri oluşturduğu bilinmektedir. Dünya tarımında silaj kalitelerinin belirlenmesine yönelik birçok çalışma yürütülmektedir. Ancak bu çalışmalar silolanma sonrası siloda yapılan termal ölçümler veya silaj materyallerde yoğunluk ölçmeye dayalı çalışmalardan oluşmaktadır. Bu çalışma ile silolama aşamasında silaj kalite sınıfının iyileştirmesine yönelik yapay sinir ağları (YSA) kullanımı ile bir standart cetvel geliştirilmesi hedeflenmiştir. Bu aynı zamanda çalışmanın özgün değeri arasındadır.
Proje yöntemi temel olarak veri toplama, işleme, verilerin değerlendirilmesi ve standart oluşturma olmak üzere dört aşamadan oluşmaktadır. Veri toplama aşamasında alınacak ölçümler laboratuvarda ve saha koşullarında doğrulama çalışmaları şeklinde yürütülecektir. Silolama sürecinde sahada doğrulama çalışmaları (SDM) ve eş zamanlı laboraturda yapılacak ölçümler (LAB) ile veri kümeleri oluşturulacaktır. Araştırma Tübitak-1002 119O161 hızlı destek projemizin devamı niteliğinde olup, LAB ölçümleri bu proje ile oluşturulan silaj yapım ve veri toplama sistemi kullanılarak yürütülecektir. Sistemde silo yönetimine ilişkin tüm parametreler simüle edilebilmekte ve veriler sistemde bulunan sensör ölçüm kiti (sensörlerden oluşur) ile ölçülerek (30 veri/s) PLC kontrol sistemi tarafından kayıt altına alınmaktadır.
Doğrulama çalışmaları bölgede I. ve II. ürün mısır silolama çalışmalarında ve mümkün olduğunca çok sayıda yapılarak toplanacaktır. LAB çalışmalarının materyalleri de bu silolardan alınarak doğrulama verileri elde edilecektir.
Tüm ölçümler sabit veriler, değişken veriler ve ölçülen veriler olmak üzere üç grup altında toplanmıştır. Silo yönetimine ilişkin diyagramlar oluşturulmuş bu diyagramlar LAB ve doğrulama çalışmaları için sadeleştirilmiştir. Silo yönetiminde silaj yapımında kullanılan her iki silolama teknik ile (Teknik-A: sıkıştırma; Teknik-B-:vakumlama) çalışılacaktır.
Veri işleme aşamasında; elde edilecek veri kümeleri ile yapay sinir ağları kullanılarak öngörü modelleri oluşturulacaktır. Gerek LAB gerek doğrulama çalışmaları ile en doğru tahmin modeli elde edilecektir. Silaj yapımında farklı teknikler olsa da (balya/paket), Ülkemizde silaj yapımında %70-75 yığın silaj yapım tekniğinin kullanılması nedeniyle çalışmalar yığın silaj yapım tekniği üzerinde yürütülecektir. Çalışma sonucunda saha koşullarında yığın silaj yapımında laboratuvar koşulunda analiz yapılmaya gerek duymadan çiftçiler tarafından kullanıma uygun, silaj kalitesini iyileştirmeye yönelik etkili çözümler sunulabilecektir.
Projenin temel amaçları; sahada doğrulama çalışmalarında ve LAB çalışmalarında silo yönetimine ilişkin sensörler yardımıyla toplanan verilerin yapay sinir ağları temelli veri analitiği yazılımları ile silaj kalitesini iyileştirmeye yönelik destek sistemleri geliştirmek ve yığın silaj yapım tekniğine ilişkin standart bir cetvel oluşturabilmektir.
Proje, silaj kalitesinin iyileştirilmesine yönelik yapay sinir ağları temelli geliştirilecek karar destek sistemleri ile standart cetvel oluşturma ve çok amaçlı olarak kullanılabilir nitelikte veri deposu kurma yönüyle bu alanda yapılacak ilk çalışma olma niteliğindedir. Elde edilen sonuçlar ve oluşturulacak standart cetvel, bu sektördeki üretici ve paydaşlar ile paylaşılarak kullanıma aktarılabilecektir. Projenin yaygın etkileri; gereksiz ekipman kullanımı azaltarak kazanç sağlamak, hatalı ve eksik silo yönetimlerini iyileştirerek silaj kalitesinin yüksek olmasını sağlamak, işletmelerin yem masraflarını azalmasına katkı sağlamak olarak sıralanabilmektedir. Elde edilen veri deposu proje sonrasında yürütülmesi planlanan diğer projemizde sanayiye aktarılacak bir ürün geliştirme amaçlı olarak da kullanılacaktır. Diğer araştırmalar için de örnek bir çalışma niteliğindedir.
SARS-CoV-2 antiviral ilaç tasarımı için hedef konakçı proteinlerin in-siliko yöntemlerle belirlenmesi |
Doç. Dr. Pinar CİHAN |
TÜBİTAK |
27.03.2022 |
27.03.2023 |
Proteinler, genel olarak birbirleri ile etkileşime girerek işlevlerini yerine getirirler. Viral proteinler konakçı hücrelerin proteinleri ile etkileşerek, ökaryotik konaklarını etkiler. Virüs ve konakçı organizmalar arasındaki protein-protein etkileşimlerinin belirlenmesi, bulaşıcı hastalık mekanizmasının ve patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlayarak, terapötik yaklaşımlar geliştirerek ilaç tasarımına katkıda bulunurlar. Viral bir hastalığa tedavi geliştirebilmek için, virüs proteinlerinin hedeflediği konakçı proteinlerin belirlenmesi gerekir. İnsan vücudunda çok sayıda protein olduğu göz önüne alındığında, tüm etkileşim kombinasyonlarının in-vivo veya in-vitro yöntemleri ile tanımlanması zaman alıcıdır. Projenin amacı, öğrenme tabanlı hesaplamalı bir yöntem ile SARS-CoV-2 ve konakçı insan proteinleri arasındaki etkileşime giren protein çiftlerini belirleyerek, antiviral ilaç çalışmalarına deneysel doğrulanması gereken protein etkileşim çiftlerinin sayısını azaltarak katkı sağlamaktır.
Performans Özellikleri İyileştirilmiş Filtre Kumaşlarının Geliştirilmesi |
Prof. Dr. Özer GÖKTEPE |
TÜBİTAK |
01.09.2022 |
01.09.2023 |
Tekstil sektörünün en hızlı büyüyen alanı olan teknik tekstiller tıp, taşımacılık, koruyucu giysiler, tarım, spor malzemeleri, paketleme, jeotekstiller, inşaat ve sanayi gibi birçok alanda karşımıza çıkmaktadır. Teknik tekstilin kapsamına giren filtrasyon tekstilleri günümüzde pek çok sektörde kullanılmaktadır. Filtre kısaca, bir akışkan içinden katı partiküllerin elimine edilmesi (süzülmesi) için kullanılan malzemeler olarak tanımlanabilir. Tekstil filtre malzemeleri genellikle katı-gaz veya katı-sıvı ayırmada kullanılmaktadır. Katı partiküllerin tekstil filtre yapıları ile sıvılardan veya gazlardan ayrılması, çok sayıda endüstriyel işlem için ürünün saflığını arttıran, enerji tasarrufu sağlayan, proses verimliliğini yükselten, değerli maddelerin geri kazanılmasına olanak sağlayan, kirlilik kontrolünde ve çevresel etkilerde genel anlamda iyileşme sağlayan bir işlem olmaktadır. Filtreler; endüstriyel baca gazlarının ve atık suların arıtılması, otomobillerde hava, yakıt ve yağların temizlenmesi, havalandırma ve klima sistemleri, vakumlu temizleyiciler, tıbbi uygulamalar gibi pek çok alanda kullanılmaktadır. Filtre yapıları dokuma, örme ve dokusuz yüzeylerden üretilebildiği gibi bazı uygulamalarda bu yüzeylerin bir araya getirilmesiyle elde edilen çok katlı kompozit yapılar ve bitim işlemleri ile modifiye edilmiş ürünler şeklinde de kullanılabilmektedir. . Filtre kumaşları kullanılan sektördeki amacına göre farklılık göstermektedir. Ön çalışmalar kapsamında yağ, un, içecek, kömür maden ve bor maden sektörlerinde yer alan filtre yapıları endüstriyel ortamda incelenmiştir. Ülkemizdeki en büyük sanayi kollarından birisi olan madencilik sektörünün de hemen hemen her aşamasında su kullanılmaktadır. Çoğunlukla katı mineral taneleri ve sudan oluşan atıksuyun tesislerde tekrar kullanılabilmesi için içermiş olduğu katı mineral tanelerinden hızlı ve etkin bir şekilde kısmen/tamamen arındırılması gerekmektedir. Gerçekleştirilen katı/sıvı ayrımı ile sağlanan temiz suyun tesise tekrar beslenebilmesi ile madencilik faaliyetlerinin sekteye uğramadan devam etmesi sağlanmaktadır. Bu proje kapsamında; madencilik faaliyetlerinde yaygın olarak kullanılan atık su yönetimi ve katı/sıvı ayırma yöntemlerinin daha iyi anlaşılmasına ve ilgili filtre kumaşlarının yerlileştirilmesine katkı sağlanması amaçlanmıştır. Saha incelemesi yapılan Batı Kömür ve Eti Maden işletmelerinde kullanılan ithal filtre kumaş yapıları analiz edilmiştir. Yapılan analizler sonucunda iplik yapılarının monofilament olduğu, kumaş konstrüsiyon yapılarının kullanılan prosese göre farklılık olduğu gözlenmiştir. Her iki maden işletmesi; filtre kumaşlarının uzun yıllardır ithal edildiğini belirtmiş ve bir yerli firma ile ilgili filtre kumaşlarının geliştirilebilmesi noktasında endüstriyel ölçekli deneme yapabileceklerini paylaşmıştır. Bu bilgiler doğrultusunda monoflament iplikler ile temel konstrüksiyon kullanılmasına rağmen filtre kumaşlarının ithal edilmesinin madencilik gibi kritik bir sektörde üretim sürdürülebilirliği açısından risk oluşturabildiği sonucu çıkarılmıştır. Bu kapsamda filtre kumaşı geliştirmek için Yüksek Lisans tezi kapsamında olarak çalışmalara başlanmıştır. Geliştirilecek filtre yapılarında monofilament iplik ile farklı hammaddeler ve farklı kumaş yapıları (bezayağı, dimi, saten ve türevleri) kullanılacaktır. Geliştirilen filtre kumaşlarının performansları analiz edilerek, her iki maden işletmesinin kullandığı formlar ile karşılaştırılacaktır. . Bu bağlamda geliştirilecek filtre yapıların test sonuçları, piyasadaki mevcut ürünler ile kullanım ömrü, maliyeti ve verimlilik özellikleri gibi kriterler dikkate alınarak farklı sentetik hammadde kullanımları ile optimizasyon çalışmaları yapılarak karşılaştırmalar yapılacaktır.
Katarakt cerrahisi sonrası verilen web tabanlı hasta eğitiminin hastaların kaygı düzeyine etkisi |
Dr. Öğr. Üyesi Di̇lek ERDEN |
TÜBİTAK |
29.09.2023 |
29.09.2024 |
Bu çalışma günübirlik katarakt ameliyatı olacak hastaların kaygı düzeylerine yapılacak web temelli uygulama eğitiminin etkisini test etmek amacıyla yapılmıştır. Çalışma tek gruplu ön test son test kontrol grubuyla yapılacak bir yarı deneysel araştırmadır. Veriler, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Araştırma Hastanesine başvuran ve günübirlik katarakt ameliyatı olacak 40-80 yaş arası erkek ve kadın hastalardan alınacaktır. Araştırma örneklemini 320 hasta oluşturacaktır. Bu çalışmada, Hasta Bilgi Formu ve Durumluk Sürekli Kaygı ölçeği de kullanılacaktır. Bireylerin kaygı düzeyine dair web
tabanlı uygulamanın etkinliği test etmek amacıyla veriler taburculuk öncesinde ve taburculuktan bir ay sonra toplanacaktır. Veriler SPSS 25 paket programı kullanılarak analiz edilecektir. Web sitesi ve Android uyumlu aplikasyonda yer alacak göz damlası işaretleme takvimini hasta taburculuk sonrası düzenli olarak kullanacaktır. Her göz damlası uyguladığında bu sistemde işaretleme yapacaktır. Bu şekilde hasta yakınlarının da takip edebileceği teknolojik bir sistem
geliştirilecektir. Araştırma göz ameliyatı olacak bireylerin taburculuk sonrası süreçte göz damlalarını doğru ve düzenli kullanmasını denetlemeyi hedeflemektedir. Göz ameliyatı olan ve web erişimi olan bireyleri kapsamaktadır.
Damla sulama ile sulanan ceviz ağaçları için uygun lateral tertip biçiminin ve sulama programının belirlenmesi |
Prof. Dr. Tolga ERDEM |
TÜBİTAK |
01.11.2014 |
01.11.2017 |
Doğal kaynakların gün geçtikçe azalması, her alanda olduğu gibi tarımda da yeni arayışları ortaya çıkarmaktadır. Sanayileşme ve kentleşme nedeniyle tarım alanları azalmakta buna karşın bu alanlardan beslenecek insan sayısı hızlı bir biçimde artmaktadır. Bu nedenle, yürütülen araştırmalar birim alandan elde edilecek verimi maksimuma çıkarmak üzerine yoğunlaşmaktadır. Diğer tarımsal işlemlerin yanı sıra maksimum verim eldesin de sulamanın önemi ortadadır. Fakat günümüze kadar uygulanan bilinçsiz sulamalar ve mevcut suyun tarım dışındaki alanlarda kullanımının artması nedeniyle sulama için kullanılacak su miktarında da azalmalar başlamıştır.
Türkiye, ceviz varlığı ile dünyada önemli bir ülke olmasına karşın, üretimde ve ihracatta maalesef istenen yerde değildir. Son yıllarda üretiminin iç tüketimi karşılayamaması, özel ağaçlandırma çalışmaları ile kapama ceviz bahçelerinin tesisine yönelik verilen teşvikler, özel sektörün ceviz yetiştiriciliğine olan ilgisini artırmıştır. Trakya Bölgesinde son on yılda orman vasfından çıkmış alanlarda yoğun bir şekilde ceviz yetiştiriciliğinin yapıldığı görülmektedir. Bölgedeki su kaynaklarının azlığı ve özellikle yer altı su kaynaklarının yoğun olarak sulamada kullanıldığı düşünülürse, ceviz yetiştiriciliğinde sulamadan kaynaklanan problemlerin olduğu görülmektedir.
Araştırma Tekirdağ Bağcılık Araştırma İstasyonu Müdürlüğünde üç yıllık süreçte yürütülecektir. Ülkemizde yoğun olarak tarımı yapılan Chandler çeşidi ceviz fidanları 2015 yılının Ocak-Mart arasındaki süreçte 8 m x 8 m aralıklarla araziye dikilecektir. Araştırmada iki farklı damla sulama tertip biçimi ve üç farklı sulama suyu uygulaması göz önüne alınacaktır. Damla sulama tertip biçimi olarak; her sıraya çift lateral ve salkım tertip biçimleri kullanılacaktır. Araştırmada uygulanacak sulama suyu miktarı, A sınıfı buharlaşma kabından ölçülen günlük buharlaşma miktarlarına göre belirlenecektir. Bu nedenle, sulama suyu miktarları; 5 gün sulama aralığında, A Sınıfı Buharlaşma Kabından ölçülen toplam buharlaşma miktarının % 75, 100 ve 125 (I1, I2, ve I3)’ inin uygulanması şeklinde oluşturulacaktır. Deneme konuları için bitki su tüketimi, 60 cm etkili kök derinliğinde toprak neminin izlenmesi ile toprak su bütçesi dengesi ile belirlenecektir. Ayrıca, toprak matriks potansiyelinin belirlenmesi amacıyla 0-30 ve 30-60 katmanlarda tansiyometreler kullanılacaktır. Araştırmada, deneme konularından ceviz ağaçlarının vegetatif gelişme parametreleri ölçülecektir.
Bu nedenle, üç yıl boyunca arazi çalışmaları şeklinde yürütülecek olan bu proje ülkemiz ve bölgemiz koşullarındaki önemli bir sorunu çözme amacındadır. Araştırma sonucunda elde edilecek değerler, ceviz yetiştiriciliği açısından önemli olduğu kadar azalan su kaynaklarının korunumu açısından da önemlidir.
Süt ineği erken laktasyon döneminde yakın kızılötesi yansıma spektroskopisi (NIR) ile ölçülen rasyon homojenite ve seleksiyon parametrelerinin Ovsynch protokolü başarısına etkisinin araştırılması |
Dr. Öğr. Üyesi Eray AKTUĞ |
TÜBİTAK |
01.12.2023 |
01.12.2024 |
Yem içeriklerinin bileşimindeki tutarsızlık, rasyonlardaki tutarsızlığın ana nedenlerinden biridir ve bu durum hayvanların yetersiz veya aşırı beslenmesine yol açarak üretim veriminin düşmesine ve maliyetlerin artmasına neden olabilir. Bu nedenle, yem bileşenlerindeki besin içeriğindeki değişimin ölçülmesi ve kontrol edilmesi gereklidir. Rasyonların kimyasal bileşimi, kimyasal testler veya yakın kızılötesi yansıma spektroskopisi (NIR) kullanılarak belirlenir. Son dönemde NIR'ın homojenite ve seleksiyon ile ilgili gelişmeleri ön plana çıkmaya başlamıştır. TMR homojenliğinin oosynch protokolonün başarısı üzerine etkisi ile ilgili bir literatüre rastlanmamıştır. Çalışmamız, beslenme ve üreme performansı arasındaki ilişkiyi mikro düzeydeki çalışmalardan ziyade sahada araştırmak için yönetim mekanizmalarının kullanılmasını önermektedir. Beslenme ve üreme ilişkisi ile ilgili olarak saha koşullarında uygulama ve kontrol mekanizmalarının rol oynadığı yönetimsel süreçlerin geliştirilmesi adına, toplam karışım rasyon homojenite ve seleksiyon indekslerindeki iyileştirmenin, Ovsynch protokolünün başarısına etkisinin araştırılmasıdır.
Çikolata Teknolojisi İçin Alternatif ve Yenilikçi Bir Temperleme Tekniği: Soğuk Plazma Destekli Pre-Kristalizasyon (CPCry) |
Prof. Dr. İbrahi̇m PALABIYIK |
TÜBİTAK |
01.02.2024 |
01.02.2026 |
Çikolata üretim teknolojisinde son ürünün kalitesi üzerinde oldukça önemli olan doğru formdaki yağ kristalleri üretmek, bir seri ısıtma ve soğutma adımlarından oluşan enerji maliyeti yüksek klasik temperleme işlemi (pre-kristalizasyon) ile gerçekleştirilmektedir. Çikolatanın temperlenmesindeki amaç, formülasyondaki mevcut kakao yağını ön kristalleştirmek olup bu esnada kakao yağı için en iyi kristal yapı ve ağına sahip olan form V’in oluşumudur. Bu aşamada ürüne uygulanan hatalı temperleme işlemleri, ürün sertliğinde önemli artışlara veya azalmalara, parlaklığın azalmasıyla yapışkanlığa ve ürün yüzeyinin kararmasına, fat bloom gibi sorunlara neden olur. Bu nedenle, çikolatada arzu edilen tekstür ve görünüm için pre-kristalizasyon esnasında optimum parametrelerin uygulanması vazgeçilmez bir unsurdur. Tüm bu faktörler ele alındığında, çikolata üretim teknolojisinde proses kolaylığı ve etkinliği, maliyet ve süre açısından daha avantajlı alternatif pre-kristalizasyon tekniklerinin geliştirilmesine ihtiyaç olduğu ortadadır. Termal olmayan plazma olarak da adlandırılan soğuk plazma tekniği, ısısal işlemlere kıyasla oldukça düşük olarak nitelendirilebilecek sıcaklık değerlerinde hem vakum hem de atmosferik basınç altında, bir gaza termal, elektromanyetik veya elektriksel enerji uygulanmasına dayanan bir işlem olup, gıda sektörü de dahil olmak üzere birçok alanda farklı amaçlarla faaliyet alanı bulmuştur. Soğuk plazma sistemleri, mekanizmalara, basınçla uygulanmasına ve elektrot geometrisine dayanarak pek çok farklı tipte üretilebilir. Atmosferik basınçlı plazma jet bunlardan birisi olup uygulama kolaylığı, etkili sonuç, düşük kurulum maliyeti ve mevcut üretim tesislerine entegrasyonun daha kolay olması açısından önemli bir potansiyele sahiptir. Bu kapsamda, sunulan proje önerisi, çikolata üretiminde konvansiyonel pre-kristalizasyon yöntemine alternatif olarak, yeşil ve non-termal bir teknoloji olarak tanımlanabilen soğuk plazma (atmosferik jet plazma) destekli pre-kristalizasyon uygulamasını içermektedir. Bu doğrultuda, hedeflenen proje çalışmasında yanıt yüzey yöntemine göre oluşturulan farklı koşullarda (mesafe ve süre) soğuk plazma yöntemi ile üç farklı gaz kaynağı kullanarak (argon, nitrojen ve kuru hava) kakao yağı, sütlü, beyaz ve bitter çikolata örnekleri pre-kristalize edilecektir. Deneme planının herbir noktasında temper indeks değeri ve enerji tüketimi dikkate alınarak her bir ürün grubu için optimizasyon bu iki parametreye göre yapılacak olup temper indeks değeri 5-5.5 arasında enerji ve gaz sarfiyatı da minimum olacak şekilde gerçekleştirilecektir. Proje konusu ile ilgili gerçekleştirilen ön deneme sonuçları, soğuk plazmanın pre-kristalizasyon amacıyla kullanılabileceği yönünde ön görü sağlamış olup daha detaylı çalışmanın yapılarak proses optimizasyonlarının gerçekleştirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Ardından, ürün gruplarında farklı gaz kaynağına göre, plazma uygulamasının mesafe ve süresinin optimize edileceği parametrelerin uygulandığı örneklerde çikolata ürünleri için kritik kalite analizleri (erime, duyusal, reoloji, renk, tekstür, toplam antioksidan aktivite, toplam fenolik, oksidatif stabilite, HMF, XRD, FTIR…) gerçekleştirilerek kontrol grubuna göre kıyaslama yapılacaktır. Sunulan proje önerisinden elde edilecek sonuçlar ile çikolata endüstrisi için iş gücü, enerji maliyeti ve zaman açısından önemli kazanımlar sağlanacağı öngörülmektedir. Diğer yandan, soğuk plazma tekniğinin gıda sektöründe mevcut kullanım alanı genişleyecek ve temper cihazı üreten firmaların tekelinden sektör kurtularak ülkemiz bu kapsamda öncü konumda olacaktır.
Potansiyel Biyolojik Etkili Yeni Antimon(III) ve Bizmut(III) 2-asetil-3-metilpirazin-N1-alkil-tiyosemikarbazonların Sentezi, Karakterizasyonu, Sitotoksik, Toksik ve Antibakteriyel Etkilerinin İncelenmesi |
Prof. Dr. İbrahi̇m İsmet ÖZTÜRK |
TÜBİTAK |
15.05.2022 |
15.05.2023 |
Pirazin tiyosemikarbazon türevi ligandlar ve bu ligandların metal komplekslerinin biyolojik etkiye sahip bileşikler oldukları literatürde yer alan çalışmalarda görülmektedir. Gerçekleştirilecek olan bu çalışmada sentezlenmesi düşünülen 2-asetil-3-metilpirazin tiyosemikarbazon, 2-asetil-3-metilpirazin-N1-metiltiyosemikarbazon ve 2-asetil-3-metilpirazin-N1-etiltiyosemikarbazon ligandları daha önce sentezlenmemiş ligandlar olup bu ligandların da potansiyel bir biyolojik etkiye sahip olabilecekleri muhtemeldir. Literatürde pirazin tiyosemikarbazon türevi ligandların geçiş metalleri ile oluşturdukları bileşiklere sık rastlanırken bu tür ligandların ana grup elementleri ile oluşturdukları bileşikler yok denecek kadar azdır. Ana grup elementlerinden olan antimon ve bizmutun birçok bileşiği çeşitli biyolojik çalışmalarda (leismaniasis, mide ülseri anti kanser aktivite vb.) oldukça etkili sonuçlar
ortaya koymuştur. Dolayısıyla bu çalışmada biyolojik etki potansiyeli olan yeni pirazin tiyosemikarbazon türevi ligandların antimon(III) ve bizmut(III) halojenür bileşiklerinin sentezlenecek olması ve bu bileşiklerin biyolojik etkilerinin araştırılacak olması VA grubu elementlerin koordinasyon kimyası açısından ve bu gruptaki elementlerin biyolojik öneminin vurgulanacak olmasından dolayı oldukça önemlidir. Gerçekleştirilecek olan bu projede 3 yeni tiyosemikarbazon türevi ligand ve bu ligandların 12 adet farklı antimon(III) ve bizmut(III) kompleksi sentezlenecektir. Sentezlenen ligand ve komplekslerin kimyasal yapıları çeşitli spektroskopik yöntemler ile karakterize edilecektir. Kimyasal yapıları aydınlatılan bileşiklerin sitotoksik, toksik ve anti bakteriyel aktiviteleri incelenecektir.
Badem Ağaçlarında Su Stresinin Belirlenmesinde Termal, Multispektral ve Füzyon İndislerin Kullanım Olanaklarının Araştırılması |
Doç. Dr. Mehmet ŞENER |
TÜBİTAK |
15.04.2022 |
15.04.2025 |
Badem, ülkemizde geniş alanlarda yetiştirilen bir meyvedir. Dünya üzerinde badem üretiminde beşinci sırada olmamıza rağmen badem yetiştiriciliğinde yeterli kültürel faaliyetlerin yürütülmediği görülmektedir. Badem üzerine yapılan değişik çalışmalarda farklı kültürel aktivitelere göre değişik stomal davranışlar sergilediği bilinmektedir. Aslında, kuraklığa dayanıklı olarak bilinse de mevsimlik su tüketimi yüksek bir bitkidir.
Su, tarımsal üretim için en kritik girdilerden birisidir. Bitki türlerine bağlı olarak şiddeti değişmekle birlikte, kısa dönemli su kısıtları dahi bitki gelişimine ve meyve üretimine ciddi olumsuz etkileri görülebilmektedir. Bu çalışmada, Tekirdağ ili Süleymanpaşa ilçesinde yer alan ticari bir badem ağacı bahçesinde su kısıtına bağlı oluşacak stresin termal, multispektral ve füzyon indisler yardımı ile belirlenmesine çalışılacaktır. Araştırmada, 7 günlük referans bitki su tüketimin %0, %25, %50, %75, 0 ve 5’i şeklinde dört farklı sulama uygulaması damla sulama yöntemi ile gerçekleştirilecektir. Badem ağaçlarında oluşan stresin saptanabilmesi için her bir deneme konusunda seçilmiş örnek ağaçlarda yaprak su göstergeleri (Yaprak su potansiyeli, yaprak su içeriği, yaprak su noksanlığı, yaprak oransal su içeriği, stoma direnci ve transpirasyon oranı) belirlenecektir. Yaprak su gösterge ölçümleriyle eş zamanlı olarak deneme alanında yapılacak İnsansız Hava Araçları (İHA) ile yüksek çözünürlüklü termal ve multispektral veriler toplanacaktır. Oluşturulacak termal, multispektral ve füzyon indisler ile yaprak su gösterge değerleri kıyaslanarak yaratılan su stresinin belirlenebilme olanakları araştırılacaktır. Böylece ülkemizde geniş alanlarda yetiştiriciliği yapılan badem ağaçları için su stresinin erken dönemlerde belirlenerek bitkilerin strese girmesi önlenirken, su kaynaklarının etkin kullanımı sağlanmaya çalışılacaktır.
Türkiye'de Mühendis İstihdamında Vasıf Katmanlaşması: İmalat Sanayinde İstihdam Edilen Makine Mühendisleri Üzerine Bir Araştırma |
Dr. Öğr. Üyesi İdri̇s AKKUZU |
TÜBİTAK |
01.01.2024 |
01.01.2026 |
Bu araştırmada, sanayi üretim yapısının, farklı vasıf düzeylerindeki işgücü türlerini istihdam edebilme potansiyelini belirleyen önemli bir faktör olabileceği önkabulünden hareketle, Türkiye’de farklı teknoloji yoğunluğu içeren sınai sektörlerde, mühendislerin istihdam edildikleri farklı iş pozisyonlarının gerektirdiği vasıf düzeylerinin birbirinden farklılaşıp farklılaşmadığı sorusuna cevap aranacaktır. Mühendislerin mesleki eğitim koşullarındaki farklılıkların, bir diğer ifadeyle farklı üniversiteler tarafından sunulmakta olan eğitimin nitelik farklılıklarının açığa çıkarılması ve bunların istihdam süreçleriyle ilişkisinin ortaya konulması araştırmanın kritik önemde bir boyutunu oluşturmaktadır.
Araştırmanın hedeflerini, aynı emek vasıf özelliklerine sahip belirli bir meslek grubu olarak makine mühendislerinin, farklı vasıf düzeyleri gerektiren işlerde çalışıp çalışmadıklarının olgusal düzeyde somut göstergeler üzerinden tespit edilmesi; vasıf katmanlaşması ile üniversite eğitimi/mesleki eğitim koşulları arasındaki ilişkinin ortaya konulması; makine mühendisleri işgücünün eğitim koşulları, istihdam edilme koşulları, farklı sektörlerdeki iş pozisyonlarına ilişkin emek süreçleri arasındaki ilişkiselliğin ortaya konulması ve konunun Türkiye sınai üretiminin yapısal koşulları bağlamında kuramsal olarak tartışılması şekilde belirlemek mümkündür.
Saha araştırmasında, sanayi üretiminin tüm sektörlerinde ve farklı pozisyonlarda istihdam edilebilecek olan mühendislik dalı olarak makine mühendisliği odağa alınmaktadır. Bununla birlikte araştırma bölgeleri olarak Türkiye GSYH imalat sanayine katkılarıyla önem arz eden, ayrıca yapısal olarak ve sektörel ağırlık bakımından birbirinden farklı özellikler gösteren kentler olarak İstanbul, Ankara, Bursa, Tekirdağ, Konya, Eskişehir ve Gaziantep araştırmanın yürütüleceği bölgeler olarak seçilmiştir.
Nicel ve nitel araştırma tekniklerine dayalı şekilde tasarlanan araştırmada, ilk olarak belirlenen bölgede imalat sanayinde istihdam edilmekte olan, Makine Mühendisleri Odası (MMO) üyesi mühendislere yönelik bir anket çalışması gerçekleştirilerek birincil veriler toplanacak ve analiz edilecektir. Nicel araştırmanın bulgularını dikkate alan bir tasarımı içeren bir sonraki aşamada ise, nitel veriler derinlemesine görüşme tekniğiyle toplanarak analize tabi olacaktır. MMO yetkilileri, işverenler/işverenleri temsilen insan kaynakları birimleri, üretim müdürleri, meslek birliği temsilcileri ile çeşitli üniversitelerden mühendis akademisyenler araştırmanın uygulanacağı farklı kesimleri oluşturmaktadır. Bu kesimler emek piyasası ile ilişkileri bağlamında, emek arzını, emek talebini ve emek arzının üretim sürecinin aktörlerini temsil etmektedir. Araştırmanın bulgularının bütüncül düzeyde değerlendirilmesinin, Türkiye’de nitelikli işgücü politikaları, yükseköğretim politikaları, üniversite-sanayi işbirliği stratejilerine yönelik çeşitli politika önerileri geliştirmesine katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Rhodotorula mucilaginosa (BT59) Kullanılarak Üzüm Posasından Tek Hücre Yağı(THY) Üretimi: Fermentasyon Optimizasyonu, THY Karakterizasyonu ve Farklı Gıda Alanlarında Kullanımı |
Prof. Dr. Tuncay GÜMÜŞ |
TÜBİTAK |
01.01.2024 |
30.06.2026 |
Bitkisel yağların gıda kaynağı olarak kullanılmasının yanında biyodizel üretimi için talep görmesi potansiyel olarak gıda bulunabilirliğini ve fiyatlarını etkilemektedir. Kaynaklara yönelik bu rekabet gelişmekte olan ülkelerde, özellikle gıda güvenliği endişesini artırmakta ve olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Dünya genelinde özellikle palm yağı üretimi göz önünde bulundurulduğunda, ormansızlaştırma ve habitat tahribatı endişe verici boyutlara ulaşmakta, bu da çevresel bozulmaya ve biyolojik çeşitlilik kaybına yol açmaktadır. Ayrıca hem dünya genelinde hem de ülkemizde aşırı pestisit ve gübre kullanımı gibi sürdürülebilir olmayan tarımsal uygulamalar ekosistemlere zarar vermekte, toprak ve su kirliliğine neden olmaktadır. Küresel balık yağı pazarı ise 2022'de 2,29 milyar ABD doları olan değerinin 2030'a kadar 3,62 milyar dolara ulaşması beklenmektedir. Balık yağı üretiminde, eikosapentaenoik asit (EPA) ve dokosaheksaenoik asit (DHA) için artan talep, balık türleri ve sayılarını tehdit etmekte, maksimum oranda balık tedarik edilmesine neden olmakta ve bunun sonucu olarak da kitlesel ölçekte balıkçılığı sürdürülebilir olmaktan çıkarmaktadır. Ağır metaller ve diğer kirleticilerle kirlenmeye eğilimli olabileceğinden, balık yağının kalitesinin ve saflığının sağlanması konusunda sorunlar görülmektedir. Tek Hücre Yağı (THY) üretimi, geleneksel bitkisel ve balık yağı üretimiyle ilişkili mevcut sürdürülebilirlik ve çevresel zorluklara potansiyel bir çözüm sunmaktadır. THY üretimi, yağ profillerinin özelleştirilmesine olanak tanıyarak belirli yağ asidi bileşimlerine sahip yağların üretilmesini sağlar. Kontrollü ortamlarda mikroorganizmaların kullanılmasıyla, geniş tarım arazilerine ve gübre ve böcek ilacı gibi girdilere olan ihtiyacı önemli ölçüde azaltarak ormansızlaşma ve habitat tahribatıyla ilgili sorunlara çözüm sunmaktadır. Ayrıca fermentasyon proseslerinin iklim koşullarından bağımsız olması, atık ürünlerin karbon kaynağı olarak kullanılarak değerlendirilmesi ve aynı zamanda çevre dostu üretimin yapılması THY için büyük avantaj sağlamaktadır.
Bu projede, daha önceki çalışmalarımızda bozadan izole edilmiş ve moleküler olarak tanımlanmış Rhodotorula mucilaginosa (BT59) maya izolatı kullanılarak endüstriyel bir atık olan üzüm posasından cevap yüzey yöntemi ile en yüksek verimde THY üretilmeye çalışılacaktır. Üretilen THY’de yağ asidi profili ve fonksiyonel özellikler belirlenecektir. Yapılan ön çalışmalarda farklı fermantasyon şartları altında hem palm yağı hem de balık yağı benzeri THY üretilmiştir. Dolayısıyla bu çalışmada farklı yağ asidine sahip THY’lerin istenilen verimde üretilebilmesi için fermentasyon şartları optimize edilecektir. Üretilen THY’nın fonksiyonel özellikleri, yağ asitleri profili, organik asit profili, toplam karotenoid miktarı ve karotenoid profili, ayrıca antioksidan ve antimikrobiyal aktivite analizleri ile değerlendirilecektir. Ayrıca, çalışmada ön denemeler neticesinde elde edilen yağın gıda alanında kullanılma potansiyelini belirlemek için 3 farklı ürün seçilmiş ve üretilen THY ve atıkları bu ürünlerde denenerek gıda alanlarında kullanılma potansiyeli incelenecektir. Bunlar sırasıyla i.yağı azaltılmış fonksiyonel mayonez üretimi, ii. çoklu doymamış yağ asidi fazla olan THY’nin enkapsülasyonu, iii. yağı alındıktan sonra geriye kalan biyokütleden de pH duyarlı biyofilm üretimi gerçekleştirilecek ve ürünlerin karakterizasyon analizleri yapılacaktır.
Gerek geliştirilecek proses gerekse bu prosesin çıktısı ürünler (THY, yağı azaltılmış mayonez, pH duyarlı biyofilm ve enkapsüle THY) ülkemiz ekonomisine katkı sağlayacaktır. Üzüm posasının karbon kaynağı olarak kullanılabilirliği değerlendirilecektir. Ayrıca elde edilen THY’nin üretilmesi, iklimsel veya coğrafi kısıtlamalar olmaksızın yapılacaktır ve ekilebilir arazi kullanılmadan ekonomiye katkı sağlaması beklenmektedir. Tarımsal atığın değerlendirilmesi ile düşük maliyette yüksek katma değerli ürünler elde edilerek çevre kirliliğinin engellenmesine katkı sağlayacaktır. Bunun yanı sıra fonksiyonel yağ üretimi ile sağlıklı beslenme açısından tüketici yararına yönelik ürün kazandırılmış olacaktır
Multipl Skleroz Hastalarında Eritrosit Morfolojilerinin Kantitatif Faz Görüntüleme Yöntemiyle Belirlenmesi |
Prof. Dr. Özlem KOCAHAN YILMAZ |
TÜBİTAK |
15.09.2022 |
15.03.2025 |
Amaç: Multipl Skleroz (MS) hastalarında eritrosit morfolojik değişikliklerinin kantitatif faz görüntüleme (QPI) teknikleriyle değerlendirilmesi, hastalık demografik özellikler (cinsiyet, hastalık başlangıç yaşı, hastalık süresi), seyir özellikleri (RRMS, SPMS, PPMS) ve klinik bulguları (EDSS, SDMT, 25 adım yürüme testi ve 9 delik testi) ile ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Tanıtım ve Özgün Değer: MS santral sinir sisteminin genç yaş grubunda gözlenen otoimmun, demyelinizan ve nörodejeneratif hastalığıdır. Hastalığın patofizyolojisine yönelik çalışmalarda hastalığın immun kökeni nedeniyle periferik kan hücrelerinden özellikle lenfositler çalışılmıştır. MS hastalarında eritrosit morfolojisinde değişikliklere ilk kez Plum ve Fog tarafından 1959 yılında dikkat çekilmiştir (Prineas, 1968). Eritrositlerin patofizyolojideki rolü, kısıtlı sayıda çalışmayla değerlendirilmiş ancak net olarak aydınlatılamamıştır (Brunetti, vd., 1981; Simpson, vd., 1987; Pollock, Harrison, O’Connell, 1982). Eritrositlerdeki morfolojik değişikliklerin MS hastalık şiddetiyle pozitif korelasyon gösterdiğini ve eritrosit deformabilitesine neden olduğunu bildiren çalışmalarda (Simpson, vd., 1987; Peng, vd., 2015; Crellin, Bottiglieri, Reynolds, 2009) eritrositlerin büyüklük ve hacim ölçüsünü yansıtan bir yöntem olan kırmızı hücre dağılım genişliği (Red cell distribution width-RDW) kullanılmış ve artmış RDW’nin MS hastalarında özürlülük değerlendirme skalası EDSS skorlarıyla pozitif ilişki gösterdiği saptanmıştır (Peng, vd., 2015). Ancak nicel bir değerlendirme yapılamamıştır. Literatürde eksik olan MS hastalarında eritrosit morfolojilerinin dokuz makro parametreyle nicel değerlendirilmesi QPI yöntemiyle mümkündür. MS hastalığı tanısını koymada ve prognozu öngörmede yol gösterici olacak bir biyobelirteç bulunmamaktadır. Projemizde iki özgün soruya cevap arayacağız:
(1) MS hastalarında eritrositlerdeki morfolojik değişiklikleri QPI yöntemiyle nicel olarak saptayarak hastalık seyir özellikleriyle ilişkisi hakkında ne gibi bilgiler elde edebiliriz?
(2) Eritrositlerdeki morfolojik değişiklikler, MS hastalığı tanısını koymada ve prognozu öngörmede yol gösterici olacak bir biyobelirteç olabilir mi?
MS hastalarında ilk kez QPI yöntemiyle eritrosit morfolojisinin değerlendirilmesi ve elde edilen bulgular ile hastalık progresyonu arasındaki ilişkinin incelenmesi çalışmanın özgün değeridir.
Kuramsal Yaklaşım ve Yöntem: QPI teknikleri son yıllarda teknoloji ile birlikte hızla gelişmiş ve farklı alanlarda uygulanır olmuştur (Ma, vd., 2020; Cacace, Bianco, Ferraro, 2020). Yaygın olarak kullanılan iki boyutlu mikroskobik görüntüleme teknikleri, noninvaziv ve örnek hazırlama açısından QPI’ye göre dezavantajlı kalmaktadır. QPI, yalnızca hücre sınıflandırmasını ve tanımlamasını hızlı ve doğru bir şekilde gerçekleştirmekle kalmayıp; aynı zamanda tek hücre düzeyinde hücrenin makro parametrelerinin de elde edilebildiği bir görüntüleme tekniğidir. Bu projede, 100 MS hastası ile 30 sağlıklı kontrol grubunda eritrosit morfolojik değişiklikleri incelenecektir. MS hastalarından alınacak örneklerden eritrosit morfolojilerinin belirlenmesi amacıyla beyaz ışık kırınım faz mikroskopisi (BKFM) kullanılacaktır. BKFM, eksen dışı holografiye özgü hız ve ortak yol interferometresi ile ilgili faz duyarlılığı avantajlarını birleştiren bir QPI yöntemidir (Majeed, vd., 2018). BKFM görüntülerinden, sürekli dalgacık dönüşümü (SDD) yöntemiyle faz hesaplanarak hücrenin üç boyutlu yüzey profili oluşturulup, korpüsküler hacim, ortalama hücre kalınlığı gibi morfolojiyle ilgili dokuz makro parametre hesaplanacaktır. Ayrıca, çok sayıda hücrenin morfolojisinin iki boyutlu izlenmesi için ışık mikroskobu kullanılacaktır. Genel olarak morfolojik incelemede kullanılan taramalı elektron mikroskobu (SEM) ile eldeki örnekler görüntülenecek ve böylece yaygın kullanımda olan yöntemlerle karşılaştırma mümkün olacaktır.
Önem ve Katkılar: Son yıllarda gelişen ölçüm yöntemleriyle hastalık ve tedavi süreçlerini değerlendirmede kullanılabilecek kantitatif bilginin oluşturulması mümkündür, biyoloji ve sağlık alanlarında birçok probleme çözüm üretebilir. Bu çalışma başarılı sonuçlandığı takdirde, farklı çalışma alanlarının ihtiyaçlarına cevap verecek bilginin oluşturulmasına önemli katkılar sağlanmış olacaktır. QPI ile oluşturulacak nicel bilginin, periferik kandan kolaylıkla elde edilebilecek eritrosit ölçümleriyle yapılabilir olması, maliyetinin düşük olması, işlemin kolay ulaşılabilir ve kolay uygulanabilir olmasını sağlayacaktır. Bu proje sayesinde yetiştirilecek lisansüstü öğrenciler, en-ileri-teknik-yöntemlerle çalışmış, nöroloji ve optik alanında motive olmuş ve uzmanlaşmış araştırmacılar olarak ülkemize kazandırılacaktır.
Yönetim: Projeyi, nöroloji ve optik disiplinlerinde çalışan yürütücü, üç araştırmacı ve dört bursiyer gerçekleştirecektir.
MCF-7 hücrelerinde everolimus ve melatonin kombinasyonunun mTOR yolu aracılı hücre ölümü ve mitokondriyal solunum üzerine olan etkisinin araştırılması |
Prof. Dr. Cenk ARAL |
TÜBİTAK |
15.10.2022 |
15.04.2023 |
Meme kanseri hastalarının %75?i hormon reseptör bakımından pozitif, insan epidermal büyüme faktör resptörü-2 (HER-2) bakımından negatiftir. Bu tip kanser hücreleri seçici östrojen reseptör modülatörleri, ER down regülatörleri ve aromataz inhibitörleri ile uygulanan hormonal terapiye oldukça duyarlıdır. Ancak bu tarz endokrin terapilere zamanla direnç gelişmekte ve bu direnç mekanizması bazı tip kanserlerde de-novo olarak ta oluşabilmektedir. Endokrin terapiye karşı gelişen direnç mekanizmasının nedenlerinden biri de PI3K/Akt/mTOR yolak aktivitesindeki artıştır. PI3K/Akt/mTOR yolağı, kanser hücreleri üzerinde hücrenin büyümesini ve proliferasyonunu etkileyen hücresel fonksiyonların düzenlenmesinde rol alır. Serin/treonin kinaz olan mTOR, PI3K/Akt yolağının aşağı doğru sinyal yolunda yer alıp, hücre büyümesi, proliferasyon, protein sentezi ve hücre canlılığında rol oynamaktadır. Bu yüzden kanser hücrelerinde mTOR baskılanması anti-tümör etkinin geliştirilmesi ve anlaşılması için önem arz etmektedir. Everolimus, rapamisin analoğu olup, mTOR inhibitörüdür. FKBP12 kompleksine bağlanarak mTORC1 kompleksini ve ribozomal protein kinaz olan p70S6?nın fosforillenmesini engeller. Aynı zamanda 4E-BP1 aktivitesini, HIF ve VEGF ifadesini inhibe ettiği bilinmektedir. Melatonin epifiz bezinde triptofandan sentezlenen indolamindir. Anti-oksidant, anti-inflamatuvar özelliklere sahip olup, uyku-uyanıklık döngüsü, reprodüksiyon ve metabolizmada da rol oynamaktadır. Son yıllarda ise kanser hücreleri üzerine olan anti-metastatik, anti-sitotoksik, anti-proliferatif etkisi nedeni ile yapılan çalışmalar artmış ve meme kanseri in vitro modeli olan MCF-7 hücrelerinde hücreleri G0/G1 fazında durdurarak, S fazına girişi geciktirdiği gösterilmiştir. Everolimus ve melatonin kombinasyonu yapılarak, MCF-7 hücrelerinde bu kombinasyonunun hücre ölüm yolları üzerine olan etkisini değerlendirmek ve mTOR yolağındaki protein ifadelerindeki değişikliği saptamak projenin öncelikli amacıdır. Aynı zamanda kanser ilaçlarının ortaya çıkardığı yan etkileri de hafiflettiği ve böylece kullanılan ilacın kanser hücreleri üzerindeki etkinliğini artırdığı gösterilmiştir. Bu yüzden melatoninin everolimus ile kombinlenerek everolimus ilaç etkinliğinin artırılıp, sinerjetik bir etki meydana gelip gelmediğinin tespit edilmesi için hücre canlılığı testi, migrasyon testi, mTOR yolağı protein ifadeleri, otofajik protein ifadeleri ve flow sitometrisi ile apoptotik hücre ölümü belirlenmiştir. Ancak hücre ölüm mekanizmasının ve sinerjetik bir etkinin olup olmadığının kesinleşebilmesi için eksik kalan deneylerin yapılması gerekmektedir. Bu kapsamda da LC3-II miktarının ve lokalizasyonunun floresan boyama yapılarak analiz edilmesi ve JC-1 boyama yardımı ile membran potansiyelindeki değişimin belirlenerek apoptotik sürecin değerlendirilmesi için invert mikroskop kamera ve yazılım sisteminin alınması aciliyet arz etmektedir.
Türkiye'deki Coleanthinae Rouy Altoymağının Taksonomik Revizyonu ve Ekolojik Modellemesi |
Prof. Dr. Evren CABİ |
TÜBİTAK |
01.11.2022 |
01.11.2025 |
Poaceae Barnhart (Buğdaygiller) familyasındaki 109 altoymaktan biri olan Coleanthinae Rouy altoymağı, Türkiye ve Doğu Ege Adaları Florası ve son yapılan çalışmalara göre ülkemizde Catabrosa P.Beauv., Catabrosella (Tzvelev) Tzvelev, Colpodium Trin., Hyalopoa (Tzvelev) Tzvelev, Puccinellia Parl., Zingeria P.A.Smirn., Sclerochloa P.Beauv. ve Hyalopodium (Tzvelev) Tzvelev cinsleri içerisinde yer alan 3’ü Türkiye endemiği olmak üzere toplam 30 taksonla temsil edilir. Coleanthinae altoymağı taksonomik olarak oldukça kompleks bir grup olup özellikle oymağın içerdiği cinslerin ve türlerin sınırlarının net olmaması nedeni ile birçok taksonomik ve nomenklatürel problemi barındırır. Bu altoymak içerisindeki Puccinellia (Tuzçimi) cinsi taksonları tuzcul çayır-mera ekosistemlerinde yayılış gösteren ekonomik açıdan önemli yem ve çim bitkileridir. Bu bağlamda, Puccinellia ve yakın akraba cinslerinin yer aldığı bu altoymak önemli bir gen kaynağı potansiyeline sahiptir. Altoymak içerisinde yer alan taksonların teşhislerinin zor olması (teşhis karakter eksikliği, kendine has terminolojisinin olması vb. nedenlerden dolayı), bunun yanında bu taksonlar üzerinde çalışan yeteri kadar uzmanın olmaması nedeniyle bu altoymak ülkemizde yapılan biyoçeşitlilik çalışmalarında yeteri kadar temsil edilememiştir. Bununla birlikte ülkemiz herbaryumlarında da temsiliyet oranları oldukça düşük olarak gözlenmiştir. Bu bağlamda Coleanthinae altoymağının detaylı saha araştırmalarının ardından elde edilecek materyal ve verilere ilişkin yapılacak morfolojik, anatomik, palinolojik, mikromorfolojik, sitotaksonomik ve nümerik taksonomik çalışmalar neticesinde önemli temel bilim verileri elde edilebilecektir. Bu proje önerisi gerçekleştirildiği takdirde mevcut taksonomik sorunların çözümlerinin yanında, hedeflenen 30 taksondan, 21 taksonun anatomisi, 27 taksonun palinolojisi, 12 taksonun karyolojisi ve 25 taksonun mikromorfolojisi ilk defa değerlendirilmiş olacaktır. Araştırmanın ekolojik modelleme ayağında önemli gen kaynağı potansiyeli olan Coleanthinae altoymağı taksonlarının tercih ettiği toprak, iklim, yükseklik, eğim gibi çevresel değişkenler ile geçmiş (Son Buzul Maksimumu), mevcut ve gelecek potansiyel yayılış alanlarının belirlenmesi amaçlanmaktadır. Geçmiş ve mevcut yayılış projeksiyonlarının çizilmesi ile Coleanthinae altoymağı taksonlarının coğrafi olarak kesiştiği alanlar tespit edilecektir. Gelecek projeksiyonlarının çizilmesi ile birlikte başta Catabrosella gilletii (Bor) Tzvelev ve Puccinellia ciliata Bor olmak üzere dar yayılışlı türlerin gelecekteki yayılışlarının ne yönde değişeceğine bağlı olarak koruma stratejilerinin geliştirilmesine katkı sunulacaktır. Ayrıca türlerin tercih ettiği abiyotik koşulların ve potansiyel yayılış alanlarının bilinmesi ileride yapılması muhtemel ıslah ve iklim değişikliği çalışmaları için önem arz etmektedir. Önerilen proje gerçekleştirildiği takdirde bu altoymak bünyesinde ilk ekolojik modelleme yapılmış olacaktır. Toplanan örneklerle Türkiye Tohum Gen Bankaları, ülkemiz herbaryumları ve Türkiye biyoçeşitlilik veritabanlarına materyal temini sağlanacaktır. Ayrıca projenin tamamlanmasıyla, Cumhurbaşkanlığı Himayelerinde yürütülen Resimli Türkiye Florası projesine katkı da sağlanarak, Coleanthinae altoymağının Türkiye’deki taksonomik revizyonu detaylı olarak çalışılmış olacaktır.
Kırklareli Kofçaz İlçesi Örneğinde, Kırsal Yerleşimlere İlişkin Kalkınma Öncelikli Ekoturizm Planlaması |
Prof. Dr. Tuğba KİPER |
TÜBİTAK |
01.07.2020 |
01.07.2021 |
Gelişmekte olan ülkeler içerisinde yer alan Türkiye’de 1927-2018 yılları arasındaki süreç incelendiğinde; kırsal alan nüfusu ile kentsel alan nüfusu arasında ters orantılı bir gelişim sözkonusu olmuştur. Bu durum, kırsal alana yönelik yaklaşımların önceliklendirilmesi ve farklılaşmanın gerekliliğine yol açmıştır. Bugün farklı anlayış ve modellerin ele alındığı kalkınma yaklaşımlarında gelinen noktada; yere özgü çevresel, mekânsal ve sosyo-kültürel karakteristiklerin vurgulandığı, katılımcı ve sürdürülebilirlik ilkelerinin yer aldığı bütüncül bir anlayış hâkim olmuştur. Bu anlamda proje konusunu “sürdürülebilir kalkınma ilkeleri çerçevesinde; ; ekoturizm faaliyetleri için uygun görülen bölgelerde, “mekânsal duyarlılık”, “katılımcı anlayış” ve “bütüncül kullanım” yaklaşımını içeren bir fiziksel planlama gereklidir” öngörüsü oluşturmaktadır. Geliştirilen hipotez çerçevesinde; Kırklareli İli Kofçaz İlçesi örneğinde, kalkınma öncelikli yerel kimlik değerlerine dayalı olarak sürdürülebilir, ekonomik anlamda uygulanabilir ve sosyal anlamda kabul edilebilir bir ekoturizm planlamasının yapılması hedeflenmiştir. Bu amaçla “Üst ölçek plan kararlarında ekoturizm gelişim alanı olarak öngürülen alanlarda turizm gelişimi mekânsal anlamda nasıl olmalıdır?” ve “Ekoturizm gelişimi sürecinde, kalkınma öncelikli turizm stratejileri öngörüsü ne olmalı ve kimler tarafından uygulanmalıdır?” sorularına yanıt aranmaktadır. Öngörülen proje; amaç ve hedef belirleme, doğal ve sosyo-kültürel peyzaj veri tabanı oluşumuna yönelik mevcut durum tespiti, Swot analizi, kırsal yerleşimlere ilişkin değerlendirme matrisinin oluşturulması, uygunluk analizleri (Ekos Yöntemi, Biyoklimatik Konfor Analizi, AHS tekniği) ve ekoturizm gelişim stratejilerinin oluşturulması olmak üzere 6 temel aşamada yürütülecektir. Öngörülen yöntem çerçevesinde elde edilen sonuçların yerel, bölgesel ve ulusal ölçekte birçok katkıları olması beklenmektedir. Özellikle; Kofçaz’ın; var olan kapasitesinin tanımlanmasına, kaynakların etkin kullanılmasına ve yerel-bölgesel kalkınmanın başarılmasına yol açacağı gibi, aynı zamanda marka imajı, pazarlama olanakları, ekonomik değer taşıyacak ürün tercihleri ve ekoturizme yönelik tematik gelişim bölgelerinin yaratılması gibi olanakların geliştirilmesini de etkin kılacaktır. Sonuç olarak geliştirilen stratejiler proje alanının ekoturizm yönetim planının da ana hatlarını oluşturacaktır. Bu anlamda proje konusunu “sürdürülebilir kalkınma ilkeleri çerçevesinde; ; ekoturizm faaliyetleri için uygun görülen bölgelerde, “mekânsal duyarlılık”, “katılımcı anlayış” ve “bütüncül kullanım” yaklaşımını içeren bir fiziksel planlama gereklidir” öngörüsü oluşturmaktadır.
Hemşirelik Öğrencilerinde Stoma Bakım Bilgisinin ve Becerisinin Geliştirilmesinde 3 Boyutlu Yazıcı ve Mulaj Kullanımının Etkisi |
Prof. Dr. Tüli̇n YILDIZ |
TÜBİTAK |
01.02.2024 |
01.10.2024 |
Stoma, cerrahi yöntem kullanılarak bir organın cilde ağızlaştırılması ile oluşturulan açıklıktır. Boşaltımın normal anatomik yollar dışında karnın ön duvarına oluşturulan açıklıkla sağlandığı kolostomi, ileostomi ve ürostomi en sık oluşturulan stomalar arasında yer alır (Ambe vd., 2018; Salom vd., 2019). Stomalar çeşitli nedenlerle oluşturulmakla birlikte, en sık kolorektal ve mesane kanserleri nedeniyle açılmaktadır (Mo vd., 2020).
Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’na (IARC) göre tüm yaş ve cinsiyetlerde kolorektal kanserler 3.sırada ve mesane kanseri 10. Sırada yer almaktadır (International Agency for Research on Cancer, 2020). Dünya çapında stoması olan birey sayısı tam bilinmemekle birlikte, kanser tanısı alan bireylerin -35’inin tedavi sürecinde geçici veya kalıcı olarak stomayla yaşamak zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Bu doğrultuda kolorektal ve mesane kanserlerindeki artış ile birlikte stomalı birey sayısının da artacağı düşünülmektedir (Mo vd., 2020). Bu artış beraberinde stomalı bireylerin hemşirelik bakımına duydukları ihtiyacı da artırmaktadır. Buna göre bu bakım becerisinin hemşirelik eğitimi sırasında geleceğin hemşireleri olan hemşirelik öğrencilerine kazandırılması önemlidir (Findik vd., 2019).
Hemşirelik eğitimi; teorik, laboratuvar ve uygulama alanları olmak üzere çok yönlü eğitim öğretim faaliyetlerini içermektedir. Öğrencilik süresince stoma bakımı ile ilgili yeterli bilgi ve deneyim kazanan öğrencilerin, profesyonel hemşire olarak çalışmaya başladıklarında stoması olan bireylere etkin bakım verdikleri, aynı zamanda bu bakım ile bireylerin stomaya uyumunun ve yaşam kalitesinin arttığı düşünülmektedir (Caz, 2019). Stoma bakımı, hemşirelerin özerk olarak uyguladığı temel hemşirelik becerileri arasında yer almaktadır. Öğrenci hemşirelere stoma bakımı ile ilgili eğitim verilirken bilişsel, duyusal ve psikomotor becerilerini geliştiren yöntemlerin kullanılması gerekmektedir (Bucknall, 2016). Bu bağlamda teknolojik gelişmelerle birlikte her geçen gün hemşirelik eğitiminde de bilgisayar sistemleri ve simülasyon uygulamaları gibi çeşitli yöntemler yaygınlaşmaktadır (Karabacak vd., 2019a).
Hemşirelik eğitiminde kullanılan simülasyon uygulamaları genel olarak düşük gerçeklikli simülasyon, orta gerçeklikli simülasyon ve yüksek gerçeklikli simülasyon olarak sınıflandırılabilir (Sezgünsay, 2019). Literatürdeki çalışmalar incelendiğinde öğrencilerin stoma bakım bilgi ve becerisine yönelik çeşitli yöntemlerin uygulandığı çalışmalar bulunmaktadır. Ek olarak hemşirelik eğitiminde simülasyon uygulamaları olarak mulaj veya 3 boyutlu yazıcıların kullanıldığı çalışmaların da olduğu görülmektedir (Kara, 2022; Sezgünsay vd., 2020; Findik vd.., 2019; Eyüpoğlu Karaoğlu, 2019; Erdem, 2018). Buna karşın 3 boyutlu yazıcı ve mulaj tekniğinin birlikte kullanılarak yüksek gerçeklikli simülasyon uygulamasına yönelik bir çalışma bulunmamaktadır.
Bu araştırmada yüksek gerçeklikli simülasyonda 3 boyutlu yazıcı ile oluşturulan stomanın mulaj tekniği ile canlandırma yöntemi kullanılarak, hemşirelik öğrencilerinin stoma bakım bilgisi ve becerisi ile memnuniyet ve özgüvenlerine etkisi incelenecektir. Ek olarak bu uygulama, hemşirelik öğrencilerinin düşük gerçeklikli simülasyon sınıflamasına giren stoma maketinde, stoma bakım uygulamaları ile de kıyaslanacaktır. Planlanan bu araştırmada güncel teknolojik yöntemlerin bir arada kullanılması ve benzer çalışmalardan farklı oluşu ile projenin bu alanda özgün nitelikte olacağını düşündürmektedir.
LETM1-Baskılanmış Hücrelerde Oksidatif Stres Ve Buna Bağlı Mitokondriyal Fonksiyon Bozukluklarının Melatonin Uygulaması Ile Iyileştirilmesi |
Prof. Dr. Cenk ARAL |
TÜBİTAK |
15.09.2015 |
15.03.2018 |
Oksidatif stres, mitokondri ile ilişkili hastalıkların neredeyse tamamında tanımlanmış ortak bir özelliktir. Özellikle kalıtsal hastalıklarda mitokondriyal fonksiyonun bozulması artmış oksidatif strese, artan oksidatif stres ise daha fazla mitokondriyal fonksiyon bozukluğuna yol açmaktadır. Wolf-Hirschhorn sendromu (WHS) 4. kromozomun kısa kolunda görülen delesyonla karakterize genetik bir hastalıktır. İlk kez bu delesyon bölgesinde tanımlanmış olan LETM1 geni bir mitokonriyal iç membran proteini olan LETM1' i kodlamaktadır. Bu proteinin eksikliğine bağlı ortaya çıkan hücresel değişiklikler literatürde sınırlı sayıda yer almaktadır. Bu değişiklikler arasında mitokondriyal fonksiyon bozukluğunu gösteren oksidatif fosforilasyon zinciri komplekslerinde azalma, ATP üretiminde düşüş, mitokondriyal oksijen tüketim hızında (OCR) azalma, mitokondriyal membran potansiyelinin düşmesi, mitokondriyal morfolojinin değişmesi ve artmış oksidatif stres sayılabilir. LETM1 eksikliği ile artan oksidatif stresin hastalığın patogenezinde önemli rolü olabileceği öne sürülmüştür. Yapılan bir çalışmada LETM1 baskılanmış HeLa hücrelerinde antioksidan defansın gen aktarımı yolu ile arttırılmasının mitokondriyal fonksiyonu iyileştirdiği bildirilmektedir. Melatonin öncelikle pineal bez olmak üzere pek çok dokudan salgılanan ve antioksidan etkisi iyi tanımlanmış bir hormondur. Melatoninin ayrıca oksidatif fosforilasyon komplekslerinin aktivitesinin arttırılmasında etkili olduğu da bilinmektedir. Önerilen projemizin birinci amacı fare embriyonik fibroblastlarında LETM1 baskılanmasını takiben reaktif oksijen türleri (ROS) oluşumunu ve mitokondriyal fonksiyon bozukluğunu belirlemektir. İkinci olarak bu hücrelere melatonin uygulaması ile oksidatif stresin azaltılması sağlanacak ve bunun sonucunda mitokondriyal fonksiyonun iyileştirilebileceği test edilecektir.
Çalışma kapsamında LETM1 baskılanması siRNA transfeksiyonu ile gerçekleştirilecek ve immünblot ile teyit edilecektir. LETM1 düzeylerinin azaltılmış olduğu hücrelerde oksidatif stresin artışı akonitaz enzim aktivitesi tayini ve mikroskobik olarak belirlenecektir. Mitokondriyal fonksiyonun incelenmesi için öncelikle mitokondriyal kompleksler BN-PAGE ile ayrılarak immünblot yöntemi ile incelenecek ve bu komplekslerdeki azalma gösterilecektir. Ayrıca aynı amaçla izole mitokondride OCR uygun inhibitör ve substratların varlığında ölçülecek ve OCR daki azalma kontrol grubuyla kıyaslanarak belirlenecektir. Bu aşamada elde edilen veriler BN-PAGE ile gösterilmiş olan bozukluklarla ilişkilendirilecektir. Son olarak hücrelere melatonin uygulaması ile oksidatif stres azaltılacak ve buna bağlı olarak mitokondriyal fonksiyonun iyileştirilmesi de aynı yöntemler kullanılarak analiz edilecektir.
Önerilen projemiz LETM1 eksikliğine bağlı mitokondriyal fonksiyon bozukluğunda melatoninin iyileştirici etkisini ele alan ilk çalışma niteliği taşımaktadır. Ayrıca, çalışma kapsamında kanser kökenli olmayan bir hücre hattı kullanılacak ve oksidatif fosforilasyon komplekslerinin analizi ve OCR ölçümleri karşılaştırmalı olarak gerçekleştirilecektir. Bu çerçevede elde edilecek bulguların LETM1' in hücre içi fonksiyonunun anlaşılması yönünde önemli katkı sağlaması öngörülmektedir. Bunun ötesinde bu çalışmadan elde edilecek sonuçların WHS hastalarında bir destek tedavi olarak melatoninin kullanılabilirliğine yönelik adımlar için de bir temel teşkil edeceği düşünülmektedir.
Ceviz (Juglans regia)’de Antraknoz (Ophiognomonia leptostyla) Hastalığına Dayanıklılık Genleri ile İlişkili SNP Markörlerinin Exom Capture Array ve GWAS Yolu ile Geliştirilmesi |
Doç. Dr. Arzu COŞKUNTUNA |
TÜBİTAK |
15.10.2022 |
15.10.2025 |
Konu: Ceviz (Juglans regia L., 2n=32,), Juglandaceae familyasına ait, çok yıllık bir meyve türü olup, kaju ve bademden sonra, dünya çapında en yaygın olarak yetiştirilen, üçüncü sert kabuklu bir meyve türüdür. Türkiye, 325 bin tonluk üretimi ile Dünyada ceviz üretimi yapılan dördüncü büyük ülkedir. Ceviz Antraknozu (Ophiognomonia leptostyla), cevizin en önemli fungal hastalıklarından biridir ve çok büyük ekonomik kayıplara neden olmaktadır. Bu hastalık ile mücadelede, dayanıklı genotiplerin geliştirilmesi, en uygun çözüm yoludur ve en pratik yol marköre dayalı seçim yapmaktır. Bu amaçla, Antraknoza dayanıklılığı kontrol eden genlerle ilişkili olan DNA markörlerinin geliştirilmesi gerekmektedir.
Yöntem: Exom, genomdaki protein kodlayan genlerin tüm exonlarını kapsayan sekanstır. Exomlar genomun %1-2'sini kapsamaktadır. Exomlar gen bölgelerini temsil etmeleri nedeniyle, gen bölgesinden fonksiyonel moleküler markörler geliştirilebilmektedir. Exom sekans bilgilerinden geliştirilen SNP’ler, tüm genom bilgilerinden geliştirilen SNP’lere göre daha avantajlıdır. Bu yöntemi kullanarak daha fazla örnek sekanslamak ve dolayısıyla istatistiksel olarak daha fazla genomik bilgi ile detaylı biyoinformatik analizler yapmak, tüm genom sekanslama yöntemine göre daha az maliyetli, daha kısa zamanda ve daha az iş gücü ile mümkün olmaktadır. Bu nedenlerle planlanan bu projede, Türkiye’de bulunan farklı ceviz plantasyonlarından, 200 adet Ceviz Antraknozu (O. leptostyla) etmeni toplanacaktır. Bu etmenlerin içerisinden en virülens olan etmen belirlenecektir. Gen Bankası’nda bulunan 154 farklı ceviz genotipine, en virülens olan etmen inokule edilerek, bu genotiplerin Antraknoza dayanıklılık seviyeleri tespit edilecektir.
Yaygın etki: Ceviz genomunun exom bölgelerinden SNP’ler geliştirilerek, GWAS analizlerinde kullanılacak ve yüksek korelasyona sahip markörler geliştirilecektir. Geliştirilen bu markörlerin, ileride gerçekleştirilecek ıslah çalışmalarında, marköre dayalı seleksiyonda (MAS) kullanılacağı düşünülmektedir.
Özgün değer: Yapılan literatür taramalarında daha önce;
-cevizde Antraknoz dayanıklılığı ile ilişkili SNP’lerin GWAS yolu ile saptandığı,
-cevizde exom kaynaklı SNP geliştirildiği,
-exom kaynaklı SNP’lerin GWAS analizlerinde kullanıldığına dair bilimsel makalelere rastlanılmamıştır. Bu nedenlerle, önerilen projenin, bu yönleri ile özgün olduğu düşünülmektedir.
Prostat Kanseri Erken Dönemde Teşhisi için Magnetik Nanopartikül Temelli Hassas ve Spesifik Kullan-at Biyosensör Sistemlerinin Geliştirilmesi |
Doç. Dr. Muhammet AYDIN |
TÜBİTAK |
01.03.2023 |
01.03.2024 |
Prostat kanseri, en sık teşhis edilen kanser türleri arasındadır ve şu anda dünya çapındaki tüm kanser vakalarının 'sini oluşturmaktadır. Prostat kanserinin erken teşhisi için en yaygın tarama testleri, prostat spesifik antijenin (PSA) kan seviyesinin ölçülmesine veya dijital rektal muayeneye dayanır. Ölçülen PSA seviyeleri prostat kanseri belirtileridir; bununla birlikte, yüksek PSA seviyeleri, iyi huylu prostat hiperplazisi ve spesifik olmayan iltihaplanma dahil olmak üzere diğer sağlık komplikasyonlarından kaynaklanabilir. Bu nedenle prostat kanseri teşhisi için yeni biyobelirteçlere ve daha güvenilir tekniklere ihtiyaç vardır. Prostat spesifik membran antijeni [PSMA, aynı zamanda folat hidrolaz I ve glutamat karboksipeptidaz II (GCPII) olarak da bilinir], potansiyel bir aday biyobelirteçtir. Etiketsiz elektrokimyasal immünosensörler, enzim-ilintili immunosorbent assay gibi geleneksel biyobelirteç ölçüm teknikleri için önemli alternatiflerdir ve floresan veya enzim etiketli ikincil antikorlar olmadan antikorlar ve antijenler arasındaki etkileşimi doğrudan ölçebilir, böylece etiketleme ve reaksiyon prosedürlerini ortadan kaldırır ve algılama sürecinde önemli maliyet ve zaman tasarrufu sağlar.Yüksek yüzey/hacim oranına sahip manyetik nanopartiküller, uygun fiziksel ve kimyasal özellikler gösterir ve benzersiz manyetik özellikleri, harici bir manyetik alan varlığında sulu sistemlerden hızlı ayrılmaya izin verir. Bu projede, anti-prostat spesifik membran antijeni (PSMA) immobilizasyonu için oldukça etkili algılama platformu olan Fe3o4@6PHA sentezi amaçlanmaktadır. Fe3O4 manyetik nanoparçacıklar birlikte çöktürme yöntemi ile sentezlenecek ve daha sonra Fe3O4 yüzeyindeki oksidasyonu, aglomerasyonu önlemek ve OH gruplarının yoğunluğunu artırmak için manyetik çekirdek üzerine tetraetil ortosilikat (TEOS) ile silanizasyon reaksiyonu ile 6PHA kaplanacaktır. NHS/EDC kimyası ile karboksil gruplarının aktivasyonundan sonra, manyetik nanoparçacıkların yüzeyindeki reaktif karboksil grupları, spesifik anti-PSMA antikorlarına etkili bir şekilde konjuge olabilir. Bu nedenle, bu tür fonksiyonlanmış manyetik nanoparçacıklar, PSMA antijeni yakalama için umut verici bir platformdur ve bu manyetik nanoparçacıklar, gerçek serum örneklerinde PSMA yakalama için kullanılacaktır. İndiyum kalay oksit çalışma elektrodu yüzeyinde oluşan modifikasyonlar elektrokimyasal impedans spektroskopisi (EIS) ve döngüsel voltammetri (CV) teknikleri ile analiz edilecektir. Önerilen biyosensörün doğruluğunu test etmek için standart katma metodu kullanılacaktır. Geliştirilecek olan biyosensörün performansı tekrarlanabilirlik, tekrar üretilebilirlik, depo stabilitesi ve seçicilik testleri ile takip edilecektir. Ek olarak, anti-PSMA antikor ile PSMA antigen arasındaki spesifik etkileşim sabit frekans impedans tekniği ile izlenecektir.
Farklı İnokulant İlave Edilmiş Olan Sorgum Silajlarında Fermantasyon Özelliklerini Etkileyen Laktik Asit Bakterileri ve Mayaların DNA Dizi Analizi Tekniği ile Genetik Karakterizasyonu |
Prof. Dr. Mehmet Levent ÖZDÜVEN |
TÜBİTAK |
01.12.2022 |
01.12.2023 |
Büyükbaş hayvanların beslenmesinde kullanılan başlıca kaba yem mısır silajıdır. Silajlık mısırın kaba
yem üretimi, toprak kalitesinin bozulması, hastalık ve zararlıların artan baskısı, azotlu ve fosforlu
gübreleme oranındaki yasal sınırlamalar, iklim değişikliğine bağlı olarak artan kuraklık ve aşırı su
kullanımı nedenleriyle giderek zorlaşmaktadır. Yüksek su kullanım verimliliği, uzun süreli kuraklık
dönemlerine karşı toleransı, hastalık ve zararlılara karşı direnci olması nedeniyle, sorgum (Sorghum
bicolor), ruminant rasyonlarında mısır silajına alternatif olabilir. Silaj için sorgum genellikle
olgunluğun hamur aşamasında hasat edilir. Ancak bu geç aşamada bile düşük kuru madde ve yüksek
suda çözünebilir karbonhidrat içeriğine sahip olması istenmeyen ikincil fermantasyona ve aerobik
bozulmaya neden olabilir. Silaj fermantasyonunu kontrol altına almak ve aerobik stabiliteyi artırmak
amacıyla kullanılan en önemli katkı maddesi bakteriyel inokulantlardır. Bu ürünler, homofermentatif
laktik asit bakterileri (HoLAB) veya heterofermentatif laktik asit bakterileri (HeLAB) suşlarını
içermektedirler. HoLAB uygulaması genellikle mevcut şekerleri laktik aside dönüştürerek silaj
fermantasyonunu hızlandırır, böylece pH'daki düşüş oranını artırır. HeLAB uygulaması şekerleri laktik
asidin yanı sıra asetik asit de üretir. HeLAB inokulantlarının orta düzeyde asetik asit üretmeleri,
havaya maruz kaldığında bozulmayı başlatmaktan sorumlu olan mayaları ve küfleri engelleme
potansiyeline sahip olduğundan, silajların aerobik stabilitelerini artırırlar. Silajların fermantasyon
özellikleri ve aerobik stabilitesinin artırılması amacıyla HoLAB ve HeLAB’ın kombinasyonlarının
kullanılmasının potansiyel avantajları ve tamamlayıcı etkileri olabilir. Bu proje üç farklı genotipe sahip
sorgum hasıllarına HoLAB ve/veya HeLAB inokulantlarının ilavesinin silaj kalitesi, aerobik stabilite ve
silaj bakterilerinin genetik karakterizasyonun belirlenmesi amacıyla yürütülecektir. Araştırmada
kullanılacak olan üç farklı [Greengo (ST), Es Hyperion, Bmr Gold 2 (ST)] sorgum (Sorghum bicolor)
genotipi hamur olum döneminde hasat edilmiştir. Bakteriyal inokulant olarak biyolojik
kompozisyonunda Lactobacillus plantarum bakterilerini içeren LACTOSIL (Centro Sperimentale Del
Latte (CSL, Persico, Italy) ve Lactobacillus buchneri bakterisi içeren Pioneer 11A44 (Pioneer Hi-Bred
International, Des Moines, IA) kullanılacaktır. İnokulantlar silajlara 106 kob g-1 düzeyinde katılmıştır.
Araştırmada her grup için (kontrol, HoLAB, HeLAB ve Ho+HeLAB) 12' şer torba olmak üzere toplam
36 torba silaj yapılmıştır. Her muamele grubundan 3'er torba, silolandıktan sonraki 60. günde
açılarak kimyasal ve mikrobiyolojik analizler yapılmıştır. Atmışıncı gün açılan silajlara 5 gün süre ile
aerobik stabilite testi uygulanmıştır. Açılan silajlarda bakteri ve mayaların izolasyonu yapılacak ve
bakterilerin ve mayaların genetik tanımlanması Polimeraz Zincir Reaksiyonu metodu (PZR) ile
yapılacaktır.
Giysi Tabanlı Multikromik Akıllı Sensörlerin Üretimi için Pamuklu Kumaşların Kromik Boyalarla Boyanması |
Prof. Dr. Riza ATAV |
TÜBİTAK |
01.11.2019 |
31.10.2021 |
Kromik boyaların tekstil yüzeylerine konvansiyonel boyama prosesleriyle aplikasyonları üzerinde araştırma çalışmaları sınırlıdır. Boyalar tekstil yapılarına kaplama, extrüzyon ya da mikroenkapsülayonla eklenmektedir. Bu boyaların tekstil materyallerine immobilizasyonu çalışmaları oldukça sınırlıdır, bundan dolayı immobilizasyondan sonra renk değişiminin devam edip etmediği bilinmemektedir. Boya ve lif arasındaki etkileşim, sıvı çözeltideki renk değişiminden sorumlu olan molekül değişikliğini engeller, bu sayede kararlı ve değişmez renkler elde edilir.
Bu proje kapmasında;
-ortamda tehlikeli bir kimyasal buharı olup olmadığını (asit buharları vb) (halokromik)
-kişinin terleyip terlemediğini (halokromik)
-ortam ısısının kişi için rahatsız edici veya risk oluşturucu olup olmadığını haber veren (termokromik) ve aynı zamanda
-bir yandan UV ışınlarına karşı koruma sağlarken diğer yandan UV ışınları ile renk değiştirerek (fotokromik) görsel efekt yaratan
pamuklu akıllı giysilerin üretilmesi hedeflenmektedir. Böylece tek adımda hem pH, hem sıcaklık, hem UV ile renk değiştiren boyalar kumaşa aplike edilerek multikromik özellikte sensör giysiler üretilecektir. Dolayısıyla böyle bir giysi ortam koşullarına bağlı olarak çok farklı renkler alabilecek ve çeşitli potansiyel tehlikelere karşı haber verme özelliği kazanacaktır. Ayrıca proje kapsamında pamuk liflerinin kromik boyarmaddelerle boyanabilirliğini geliştirmek üzere hem çektirme hem emdirme yöntemine göre boyamada daha iyi sonuçların eldesi için liflerin kimyasal modifikasyonu üzerinde çalışılacaktır.
Türkiye'de Kaliteli Yapağı Verimine Sahip Karacabey Merinosu Başlangıç Sürüsü Oluşturulması ve Bu Koyunların Yünlerinden Katma Değeri Yüksek Kamgarn Dokuma Kumaş Üretimi Potansiyelinin Ortaya Koyulması |
Prof. Dr. Riza ATAV |
TÜBİTAK |
01.03.2020 |
01.09.2021 |
Dünya koyun varlığı konusunda birçok ülkeye kıyasla önde gelenlerden birisi olan Türkiye?de uzun yıllardır sadece et ve süt verimlerine odaklanıldığı ve bu hayvanların önemli katma değer sağlayabilen yapağılarının geri planda bırakıldığı dikkati çekmektedir. Yerli koyunlarımızın yapağıları kaba-karışık sınıfta yer aldığından ülkemizde üretilen yapağının büyük bir kısmı halı-kilim dokumacılığında, bir kısmı yatak, çorap vb. yapımında kullanılmaktadır. Literatürde yerli koyun ırklarının morfolojik olarak yapağı kalitesi ve özelliklerini (incelik, uzunluk, mukavemet vb.) inceleyen çok sayıda araştırma bulunmakta olup, söz konusu çalışmalar mevcut durumu incelemekle kalmış ve katma değeri yüksek kamgarn dokuma kumaş üretimi alanında bu lifleri değerlendirebilmeye yönelik bir çalışma yapılmamıştır. Literatürde bugüne kadar yapılmış çok sayıda çalışmaya rağmen, bunların hepsi Türkiye?de kamgarn yünlü endüstrisinin talep ettiği standartlarda yapağı verimine sahip bir koyun ırkı oluşturulmasına çok uzaktır. Bu proje doğrudan Türkiye?de tüm bireyleri kamgarn yünlü dokuma endüstrisinde kullanıma elverişli yapağı verimine sahip başlangıç koyun sürüsünün oluşturulmasına odaklanmaktadır. Bu projenin ana amacı Türkiye?nin katma değeri yüksek kamgarn yünlü endüstrisinin ihtiyaç duyduğu yünü yerli üretimle sağlayacak hale gelmesi için ülkemizde yapağı kalitesi yüksek merinos başlangıç sürülerinin oluşturulmasını sağlamaktır. Bu başlangıç sürüsü oluşturulduktan sonra elde edilecek ilk yünlerin Türkiye?nin önde gelen ve Avrupa?nın 5. en büyük yünlü firması Yünsa A.Ş. firması bünyesinde iplik ve daha sonra katma değeri yüksek kamgarn dokuma kumaşa dönüştürülmesi ve artık ülkemizde yerli yünümüzü kullanarak da kaliteli kumaş üretilebileceğinin gösterilmesi hedeflenmektedir. Ayrıca bu projede yapağı özelliklerine göre seçilecek olan Karacabey Merinosu bireylerinde yapağı verim ve kalitesinde etkili olduğu belirlenmiş olan 30 farklı gen bölgesinin DNA dizi analizi ve mikrosatellit DNA polimeraz tekniği ile incelenmesi, genetik farklılıkların belirlenmesi planlanmaktadır. Yapılması planlanan genetik çalışmalar ile sonraki ıslah çalışmaları için bilgi birikimi oluşturulmuş olacaktır. Böylece sonradan devamı niteliğinde yapılacak yeni projelerle uzun vadede Türkiye?nin kaliteli merinos yünü ihtiyacı yurtdışına bağımlı olmaktan kurtarılıp, yerli üretim ile karşılanabilir hale getirilmiş olacaktır.
Bisfenol A tayinine yönelik ayva çekirdeği müsilajı ve gümüş nanopartikül temelli yeşil sensör geliştirilmesi |
Prof. Dr. Funda ÖZTÜRK |
TÜBİTAK |
03.01.2023 |
03.01.2024 |
Kimyasal olarak 4,4'-(propan-2,2-diil) difenol olarak adlandırılan bisfenol A, iki hidroksi fenil grubu içeren ve en yüksek üretim hacmine sahip olan bisfenol türevidir. İnsan sağlığına ve çevreye olan toksik etkilerinden dolayı Bisfenol A üzerinde en fazla araştırma yapılan bileşiklerden biridir. Bu çalışmada bisfenol A tayinine yönelik yeşil kimya prensiplerine uygun yeni bir yöntem geliştirilmesi amaçlanmıştır. Bilindiği gibi azalan dünya kaynakları ve giderek artan kirlilik sebebiyle son yıllarda sürdürülebilir yaklaşımlar önem kazanmaktadır. Yeşil Kimya, zararlı bileşenlerin; tasarımda, üretimde, uygulamalarda ve kimyasal ürünlerde kullanımının elimine edilmesi ya da azaltılmasına yönelik ortaya çıkan bir yaklaşımdır (Anastas ve Warner, 1998). Günümüzde nanomalzemelerin yeşil kimyaya uygun olarak sentezlenmesi oldukça popülerlerdir. Bu amaçla BPA tayini için geliştirilen yöntemde yeşil sentezle elde edilen ayva çekirdeği müsilajı ve gümüş nanopartikülleri birlikte kullanılacaktır. Geliştirilen yöntemin optimizasyon çalışmaları yapılarak analitik parametreleri belirlenecektir. Yöntemin doğruluğunun belirlenmesi için su örneklerinde geri kazanım çalışmaları yapılarak elde edilen sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilecektir. Bu proje çalışmasında geliştirilecek olan elektrokimyasal algılama platformları biyolojik olarak parçalanabilir, ekolojik ve sürdürülebilir malzemelerden elde edilecektir. Bu amaçla geliştirilecek BPA sensörünün modifikasyonunda taşıyıcı yüzey olarak spesifik polimerler yerine doğal kaynaklardan elde edilen ayva çekirdeği müsilajının kullanılması bu projenin yenilikçi yönünü oluşturmaktadır.
Silolama Süresi ve Nem İçeriğinin Toplam Rasyon Karışımı Silajın Mikrobiyal Kompozisyonu ve Aerobik Stabilitesi Üzerine Etkisi |
Prof. Dr. Fi̇sun KOÇ |
TÜBİTAK |
15.01.2023 |
15.07.2023 |
Toplam Rasyon Karışımı (TRK) hayvanların günlük ihtiyacını karşılamak amacı ile kaba ve yoğun yemlerin bir
arada karışım halinde verildiği bir yemleme şeklidir. TRK'nın önemli bir bölümünü su içeriği yüksek yemler (posa,
silaj vb,) oluşturmaktadır. Dolayısı ile su içeriği yüksek olan materyallerin bir araya getirilmesi TRK'da aerobik
bozulmaya neden olmaktadır
Son yıllarda yüksek nemli yan ürünlerden oluşan TRK’ların fermantasyona tabi tutulması bir diğer ifade ile
silolanması yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Yapılan çalışmalar, taze olarak hazırlanan TRK’ya kıyasla,
silolanmış TRK’ların aerobik stabilitesinin daha iyi olduğu yönündedir. Bu durum aynı zamanda TRK’nın daha
uzun süre depolanmasının ve taşınmasını kolaylaştırmaktadır. TRK’nın mikrobiyal kompozisyonu aerobik stabilite
üzerindeki önemli faktörlerden biridir. Bu konuda yapılan çalışmalar, mayaların aerobik stabilite üzerinde etkili
olan mikroorganizmalar olduğu ve 5 log 10 cfu g -1 'in üzerindeki maya sayılarının silaj ve TRK’nın aerobik
stabilitesinde azalma ile ilişkili olduğu tespit edilmiştir. TRK’nın silolanması durumunda maya sayılarının azaldığı
ve aerobik stabilitenin iyileştiği yönünde çalışmalar mevcuttur.
Bu araştırmada, farklı nem içeriğindeki toplam rasyon karışımı (TRK)’nın silolanmasının aerobik stabilite özellikleri
üzerine etkileri araştırılmıştır. Araştırmada aynı kompozisyona sahip farklı kuru madde içeriğinde (%45, %50,
%55) 3 grup TRK oluşturulmuştur. 1. grup (%55 KM), 2. grup (%50 KM, 2,22 litre su), 3. grup (%45 KM, 4,44 litre)
su ilavesi yapılmıştır. Su ilavesinden sonra yem örneklerinin yarısı taze olarak silolanmadan, diğer yarısı 30, 60,
90 silolandıktan sonra, aerobik stabilite testine tabi tutulmuşlardır. Aerobik stabilitenin 0., 24., 48., 72. ve 96.
saatlerinde yem örnekleri üzerinde kimyasal ve mikrobiyolojik analizler yapılmıştır. Yem örneklerinde aerobik
stabilite süresince termal kamera ile görüntüleme yapılmış ve elde edilen veriler ThermaCAM software
programında değerlendirilmiştir. Ayrıca, aerobik stabilite süresince yem örneklerindeki sıcaklık değişimleri ve
ortam sıcaklığı 96 saat süresince 2 saatte bir hobo pentant data logger ile takip edilmiştir.
Günümüzde silaj ve TRK çalışmalarının önemli bir bölümü mikrobiyolojik kompozisyon ve yem
değerlendirilmesine yöneliktir. Mikrobiyolojik çalışmalar ise sayısal verilerden ziyade tür bazında moleküler
düzeyde tanımlamalara yönelmiştir. Bu araştırmada, farklı nem içeriğindeki TRK’nın silolanmadan ve 30, 60, 90
gün süre ile silolanmasının aerobik stabilite özellikleri üzerine etkileri araştırılmıştır. Araştırmada aerobik
stabilitenin değerlendirilmesinde sıcaklık sensörleri, termal kamera yöntemi, kimyasal ve mikrobiyolojik
parametreler kullanılarak değerlendirmeler yapılmıştır. Araştırma sadece maya, küflerin tanımlanması ve in vitro
gaz üretimine ilişkin analizlere yönelik kısmının tamamlanabilmesi amacı ile sunulmuştur.
KIRSAL KALKINMA AMAÇLI EKOTURİZM PLANLAMASI: KIYIKÖY ÖRNEĞİ |
Prof. Dr. Tuğba KİPER |
TÜBİTAK |
01.01.2014 |
30.03.2015 |
Doğa koruma, kırsal kalkınma ve sürdürülebilirlik ekoturizmin en önemli bileşenlerini oluşturmaktadır. Ancak; kırsal kalkınmanın sürdürülebilirliliği, ekoturizm faaliyetleri için uygun görülen bölgelerde, alanın doğal ve kültürel kaynak değerlerinin ve bunun yanı sıra sosyal ve ekonomik özelliklerinin dikkatlice irdelenmesine ve ekolojik bir yaklaşım içinde, tüm sektörler arasındaki ilişkilerin dikkate alındığı, bilimsel ve bütüncül bir mekânsal planlama sürecine bağlıdır. Dolayısıyla da bir yörenin turizme açılması öneriliyorsa, turizm bileşenlerinin iyi bir şekilde analiz edilmesi ve turizme yönelik olarak arazi kapasitesinin etkin olarak belirlenmesi gerekmektedir.
Bu amaçla çalışmada, araştırma alanının ekonomik gelişimini destekleyen fiziksel düzeyde uygulanabilir, toplum katılımlı ve sürdürülebilir turizm ilkesini içeren bir planlama yaklaşımının benimsenerek, ekoturizme yönelik uygun yer seçimlerinin yapılması hedeflenmiştir. Bu doğrultuda çalışmanın genel çerçevesini 5 aşamalı bir yöntem oluşturmuştur. Birinci aşamada amaç ve kapsam belirlenmiş İkinci aşamada alana ilişkin envanter ve veri tabanı oluşturulmuştur. Hızlı Kırsal Değerlendirme Yöntemi, ziyaretçilere yönelik anket çalışmaları, literatür taramaları, Swot analizi ve arazi çalışmaları bu aşamada gerçekleştirilmiştir. Üçüncü aşamada, uygunluk analizleri kapsamında ekoturizm olanakları spektrum yöntemi ile alanın ekoturizm potansiyeli ortaya konulmuştur. Dördüncü aşamada tematik yürüyüş rotaları belirlenmiştir. Son aşamada ise, ilgili analiz ve değerlendirmeler sonucunda proje alanına ilişkin sentez paftası oluşturularak, ekoturizm odaklı kırsal kalkınma stratejileri geliştirilmiştir.
Çalışmanın ana materyalini Kıyıköy beldesini de içine alan 263 km² lik Pabuçdere ve Kazandere havzaları oluşturmaktadır. Çalışma alanı olarak, Kıyıköy idari sınırları yerine doğal eşikleri dikkate alan havza sınırları temel alınmıştır. Böylelikle verilerin toplanması ve analizi doğal eşiklerle çelişen idari sınırlar yerine, alt havzalara (Pabuçdere ve Kazandere havzaları) göre genişletilmiş ve her bir alt havzanın içindeki mikro havzalara göre değerlendirmeler yapılmıştır. Bu durum kırsal kalkınma ve ekoturizm ilişkilerinin kurulmasında konuya yeni bir yaklaşım getirilmesini sağlamıştır.
Sonuç olarak, bu proje ile çalışma alanı özelinde fiziksel düzeyde uygulanabilir, toplum katılımlı ve sürdürülebilir kalkınma odaklı bir planlama yaklaşımının temel alındığı ekoturizme
"Isırgan otu, lavanta ve biberiye ekstraktlarının Spirulina platensis mikroalginin büyümesi ve içeriği üzerine etkilerinin incelenmesi" |
Dr. Öğr. Üyesi Muazzez GÜRGAN ESER |
TÜBİTAK |
02.10.2023 |
01.10.2024 |
Arthrospira platensis halk dilinde spirulina olarak bilinen çoğunlukla Çin ve Amerika Birleşik Devletleri'nde
yetiştirilip tüketimi yapılan mavi-yeşil fotosentetik mikroalg sınıfında yer alan gıda takviyesi ve tıbbi bileşen olarak
kullanılan değerli bir protein kaynağıdır. Spirulina içeriğinde yüksek oranda protein miktarının yanında, antiviral,
antialerjik, antiinflamatuar, antioksidan gibi birçok önemli özelliğe sahip mavi-yeşil bir mikroalgdir. Isırgan otu
(Urtica dioica) ; antimikrobiyal, yağ asitleri ve proteince zengin içeriğe sahip, yakıcı tüylerle kaplı, çok faydalı bir
bitkidir. Lavanta (Lavandula angustifolia) ; antibakteriyel, sedatif, antidepresan özelliklere sahip, kozmetik ve
medikal alanlarda kullanılmakta olan, hoş kokulu bir bitkidir. Biberiye (Salvia rosmarinus) ; antimikrobiyal,
antikanser vb. Birçok özelliğe sahip olup hastalık tedavilerinde kulanılmakta olan iğne yapraklı bir çalı bitkisidir.
Bu projede ısırgan otu, lavanta, biberiye bitkilerinin ekstraktları, Spirulina (Arthrospira platensis) mikroalgine
eklenecek; Spirulina’nın yetişmesindeki ve içeriğindeki farklılıklara çeşitli analizlerle bakılacaktır. Spirulina’nın
yetiştirilme aşamasında su analizi ile iletkenlik, tuzluluk, pH, ışık seviyesi, nem seviyeleri; spektrofotometrik
ölçümlerle Spirulina’daki klorofil, emilen ışık ve bulanıklık miktarları ölçülecektir. Spirulina hasat edildikten sonra;
Kjeldahl yöntemi ile protein tayini, Soxhelet ekstraksiyon yöntemi ile yağ tayini, spektrofotometrik ölçümlerle
klorofil, karotenoid, fikosiyanin miktarları ölçümleri, Agar kuyusu difüzyon yöntemi ile antibakteriyel analiz
yapılacaktır.
İkiz Pervane Jetinin Neden Olduğu Oyulma |
Dr. Öğr. Üyesi Di̇dem YILMAZER |
TÜBİTAK |
01.09.2023 |
01.09.2026 |
Deniz taşımacılığının dünya genelinde artması sonucunda gemi boyutları artmakta, bu yüzden pervane boyutları ve motor güçleri de büyümektedir. Gemiler tam yüklü olduklarında, gemi omurgası ve pervane sistemleri deniz tabanına daha yakın konumda bulunmaktadırlar. Gemi pervanelerinden kaynaklı yüksek hızlı su jeti oluşmakta, bu jet liman içine ve liman yapılarına kadar ulaşabilmektedir. Bu jet sonucunda yaklaşım kanallarında ve taşımacılık yapılan akarsularda tabanda bazı bölgelerde oyulmalar, bazı bölgelerde yığılmalar meydana gelerek su derinliğinin azalmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte liman içinde yer alan gerek ağırlık tipi yanaşma yapılarının önünde gerekse kazıklı yapıların etrafında oyulmalar oluşmaktadır. Qurrain (1994) İngiliz limanlarında oyulma problemlerinden kaynaklı hasara uğramış yanaşma yapıları olduğunu belirtmiştir. Pervane jeti kaynaklı oyulmaların incelenmesinde bugüne kadar çoğunlukla tekil pervanenin etkisi çalışılmıştır. Son yıllarda ikiz pervane sistemini kullanan gemilerin sebep olduğu oyulma problemleri araştırmacıların dikkatini çekmektedir (Cui vd. (2019a), Cui vd. (2019b), Cui vd. (2020), Mujal-Colilles vd. (2018), Llull vd. (2021)). İkiz pervaneye ve baş itici pervanelere sahip olan gemiler kendi başlarına manevra yapabilmekte ve yanaşma yapılarına yanaşıp ayrılabilmektedirler (Kim vd. (2007), BAW (2010) ve PIANC (2015)). Bu tip gemilere örnek olarak Roll on/Roll of (Ro-Ro) ve feribotlar verilebilirler. Türkiye ve Akdeniz Havzası’nda bulunan limanlarda bu tip gemiler sıklıkla kullanılmaktadır (Marzano vd., (2020)). Bu çalışmada öncelikle iki pervaneye sahip gemilerin oluşturduğu su jetinin herhangi bir yapıyla karşılaşmaksızın hareket ettiği (sınırlandırılmamış jet akımı) ve ince/orta/kaba kumdan oluşan deniz tabanında oluşturduğu oyulma profilleri incelenecektir. Böylece taban malzemesinin oyulmaya etkisinin incelenmesi literatürde genel olarak ince kum için yapılan deneysel çalışmalara katkı sağlayacaktır.
Kazıklı yanaşma yapılarının etrafında pervane jet akımından kaynaklı oyulmalar oluşmaktadır. Bu tip yapılardaki pervane jeti akımı ile kazık etkileşimi sınırlandırılmış akım koşullarını oluşturmaktadır. Tekil pervane jet akımının kazıklı yapılar etrafında oluşturduğu oyulmalar çeşitli araştırmacılar (Yüksel vd. (2018), Yüksel vd. (2021), Cihan ve Hafızoğulları (2020)) tarafından çalışılmasına rağmen, ikiz pervane jetinin kazıklı yapıların etrafında oluşturduğu oyulma mekanizmasını inceleyen bir çalışma literatürde bulunmamaktadır. Bu sebeple önerilen projede tekil/çoklu kazık sistemi etrafında ikiz pervane jeti kaynaklı oyulmalar araştırılacak ve sonuçlar literatürdeki çalışmalar ile karşılaştırılacaktır. Önerilen projenin bu aşamasında, deneylerde üç farklı (ince/orta/kaba) taban malzemesi dikkate alınarak deniz tabanı benzeştirilecektir. Böylece, deniz taban malzemesinin oyulma üzerindeki etkisi elde edilecektir.
Tüm deneysel sonuçlar kullanılarak sınırlandırılmamış jet akımının ve tekil/çoklu kazık ile sınırlandırılmış jet akımının oluşturduğu taban geometrisine ait parametrelerin belirlenmesi için yeni ifadeler önerilerek literatüre katkı sağlanacaktır. Böylelikle mühendislik tasarımlarında kullanılabilecek faydalı bilgiler üretilmiş olacaktır.
Soğuk Plazma uygulamasının karbon nokta içerikli floresans nişasta filmlerinin mekanik ve bariyer özelliklerine etkisinin incelenmesi |
Dr. Öğr. Üyesi Suzan UZUN |
TÜBİTAK |
15.05.2023 |
15.05.2024 |
Son yıllarda petrol türevi plastik atıkların neden olduğu çevre sorunlarının önüne geçebilmek için yürütülen çalışmalar arasında; petrol türevli plastiklere alternatif olarak toksik olmayan, çevre dostu ve biyobozunur özellikte malzemelerin geliştirilmesi öne çıkmaktadır. Bu amaçla; biyobozunur malzemelerin geliştirilmesi, biriken plastik miktarını azaltılmasında önemli katkı sağlayacaktır. Biyobozunur ambalaj malzemesi olarak doğada bol miktarda bulunan protein ve polisakkaritler tercih edilmektedir. Nişasta, doğada yaygın olarak bulunan ve birçok gıdanın da temel bileşenini oluşturan bir biyopolimerdir. Nişasta; su tutma, stabilize etme, jel oluşturma ve kıvam verme gibi özelliklerinin yanı sıra film oluşturma özelliğine de sahiptir. Nişastadan elde edilen filmlerin; şeffaf, kokusuz, biyobozunur olması ve toksik olmaması petrol bazlı malzemelere karşı alternatif olma potansiyeli göstermektedir. Ancak nişasta filmlerinin suya karşı dayanıksız, kırılgan, ısıl direncinin, mekanik ve bariyer özelliklerinin zayıf oluşu kullanım alanını sınırlandırmaktadır. Bu nedenle, projede Soğuk Plazma uygulaması ve karbon noktaların kullanımı ile nişasta filmlerinin mekanik ve bariyer özelliklerinin iyileştirilmesi ve UV-ışığı önleyici floresans nişasta filmlerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir.
Filmlerin mekanik ve bariyer özelliklerinde karşılaşılan sorunların giderilmesi için plastikleştirici ajanlar, çapraz bağlayıcılar, biyopolimer veya dolgu malzemeleri gibi güçlendiriciler kullanılmaktadır. Kimyasal kullanımını azaltmak için çapraz bağlayıcılar yerine fiziksel olarak nişastanın çapraz bağlanması yeni teknolojilerden faydalanılarak yapılmaktadır. Soğuk Plazma teknolojisi son yıllarda materyallerin yüzey modifikasyonu ve ambalaj malzemelerinin karakteristik özelliklerinin geliştirilmesi gibi amaçlarla kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca dolgu malzemesi kullanımı ile film ve bariyer özelliklerinin geliştirilmesi mümkündür. Son yıllarda, karbon noktalar floresans özelliklerinin yanı sıra nanodolgu malzemesi olarak da filmlerin yapısına katılmaktadır. Karbon noktalar (KN) aynı zamanda filmlere UV-ışığı önleme gibi yeni bir özelliği de kazandırmaktadır. Literatür incelemesi sonucunda, nişasta filmlerinin mekanik ve bariyer özelliklerinin geliştirilmesinde Soğuk Plazma uygulaması ve karbon noktanın bir arada kullanımının araştırıldığı detaylı bir çalışma bulunamamıştır.
Proje kapsamında, nişasta filmi üretiminde Yanıt Yüzey Yöntemi kullanılarak farklı Soğuk Plazma uygulama sürelerinin ve değişen oranda karbon noktaların kullanımının filmlerinin mekanik ve bariyer özellikleri üzerine etkisi araştırılacak ayrıca UV-ışığı geçirgenliği düşük nişasta filmi üretimi sağlanacaktır. Öncelikle karbon noktaların sentezi için gerekli optimum süre ve sıcaklık belirlenecektir. Daha sonra deney tasarımında belirlenen 17 deneme noktası için üretilecek filmlerin gerilim direnci, kopma anında uzama ve UV-ışık geçirgenliği analiz edilecek ve elde edilecek sonuçların değerlendirilmesi sonrasında, KN içerikli floresans nişasta filminin üretimi için gerekli optimum nişasta konsantrasyonu, Soğuk Plazma uygulama süresi ve KN konsantrasyonu belirlenecektir. Optimum koşullarda üretilen KN-nişasta filminin morfolojisi, mekanik ve bariyer özellikleri ayrıntılı olarak incelenecektir. UV-ışığı bloklama özelliğine sahip olması hedeflenen filmlerin, ışık etkisiyle hızla esmerleşerek bozulan mantar ve muz gibi gıdaların raf ömrüne etkisi araştırılacaktır.
Proje önerisinde, Soğuk Plazma gibi yenilikçi bir teknolojinin ambalaj malzemesi üretimi gibi yeni bir alanda yararlanılması ve karbon noktaların nanodolgu malzemesi olarak film yapısına dahil edilmesiyle üretilecek filmlere yeni özelliklerin kazandırılacağı öngörülmektedir.
Reaktif Boyalarda Boya Kromoforuna Bağlı Olarak Dendrimerlerin Renk Giderim Performansının İncelenmesi |
Prof. Dr. Riza ATAV |
TÜBİTAK |
01.10.2023 |
01.04.2024 |
Araştırmalar, her yıl üretilen sentetik boyaların yaklaşık ’inin canlı organizmalar için tehlikeli olan birçok organik bileşikle üretim ve işlemeyi içeren operasyonlar sırasında atığa dönştüğünü göstermiştir. Bu nedenle, birincil atık suya deşarj edilmeden önce atık sudan boyalar gibi organik maddelerin arıtılmasına açık bir ihtiyaç vardır. Atık sudan boya giderimi için membran, elektrokimyasal yöntem, koagülasyon/flokülasyon, fotokataliz, ozon ile oksidasyon, biyolojik saflaştırma vb. gibi çeşitli yöntemler halihazırda kullanılmaktadır. Ancak özellikle basit tasarım, kolay uygulanabilirlik, maliyet etkinliği ve üstün verimlilik gibi önemli faktörler, adsorpsiyonu boyaların uzaklaştırılması için yaygın olarak uygulanan bir işlem hâline getirmiştir. Bu bağlamda karbon nanotüpler, aktif karbon, zeolitler, grafen, tarımsal atıklar, polimerler ve killer gibi çeşitli doğal ve sentetik malzemeler üzerinde bugüne kadar çok sayıda çalışma yapılmıştır. Öte yandan son zamanlarda, dendritik polimerler, değişken boyutları, ayarlanabilir işlevsellikleri, düşük toksisiteleri ve nispeten düşük maliyetleri nedeniyle su ıslahı için araştırmacıların ilgisini çekmektedir. Literatür incelendiğinde reaktif boya sularının renginin giderilmesinde dendrimerin boya yapısına bağlı olarak performansını inceleyen hiçbir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu projenin konusu pek çok açıdan avantajları bilinen dendrimer teknolojisinin, reaktif boya atık sularının renginin giderilmesinde kullanım potansiyelinin boya kromofor yapısına bağlı olarak ortaya koyulmasıdır. Bu amaçla reaktif boyaların üretiminde kullanılan çok çeşitli kromoforlara sahip birer boya seçilerek amin uç gruba sahip dendrimerin reaktif boyalarda renk giderim performansı boya kromofor yapısı, dendrimer konsantrasyonu ve süreye bağlı olarak istatistiksel yöntemlerle incelenecektir. Projede ayrıca boyahane gerçek reaktif boyama atık suyu alınarak dendrimerin renk giderim performansı da saptanacaktır. Literatürde bu kapsamda ve bu yaklaşımla yapılmış bir çalışma bulunmadığından projenin yenilikçi ve özgün olduğu ve literatüre önemli katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
SİLAJ YAPIMINDA FARKLI SIKIŞTIRMA KUVVETİ İLE YEMİN KİMYASAL BİLEŞİMİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN SAPTANMASI |
Prof. Dr. Fulya TAN |
TÜBİTAK |
01.08.2023 |
01.02.2024 |
Silaj yapımında ürün kalitesi üzerine etkili birçok parametre bulunmaktadır. Bu parametreler genel olarak uygulama tekniğine, hasat dönemine, ürün çeşidine göre değişmektedir. Tüm çalışmalarda materyale ilişkin kuru madde içeriği dikkate alınırken yapısal özelliği üzerine çalışmalara rastlanmamıştır. Yürürlükte olan proje (Tübitak 1001 /122O413 no) ön denemelerinde materyalin yapısal özelliklerinin sıkıştırma kuvvetinden etkilendiği gözlenmiştir. Bu nedenle bu araştırmada silaj yapımında uygulanan sıkıştırma kuvveti ile yemin kimyasal yapısı arasındaki ilişkiyi araştırmak hedeflenmiştir.
Çalışma materyali olarak yürütülmekte olan Tübitak 1001 122O413 nolu projeden elde edilen mısır silajları kullanılacaktır. Denemelerin eş zamanda yürütülebilmesi ve materyallerin kimyasal analizlerinin belirlenmesi için bu proje planlanmıştır. Çalışma beş farklı sıkıştırma kuvveti ( 20 kg, 40 kg, 60 kg, 80 kg ve 100 kg) x iki farklı kuru madde içeriği (% 25, % 40) x iki farklı parça boyu (20 ve 80 mm ) ve üç tekrarlı olarak yürütülecektir. Silo materyal besleme ağırlıkları hepsinde eşit (300 g) olarak uygulanacaktır. Silolama işlemleri diğer proje kapsamında ve laboratuvar tipi silaj yapım sistemi modül-A (sıkıştırma ilkesi) kullanılarak yapılacaktır. Örneklere ilişkin kimyasal özellikleri (ADF, NDF, ADL değerleri) incelenecektir.
Araştırma sonucunda materyalin kimyasal yapısı ile sıkıştırma kuvvetleri arasındaki ilişki değerlendirilecektir. Eğer önemli bir ilişki belirlenir ise silaj yapımında önemli bir faktör olarak önerilebilecektir. Ayrıca sonuçlar yürürlükte olan proje sonuçlarının yorumlanmasında da katkı sağlayacaktır.
Çift yüzlü güneş panellerinin optimum yükseklik ve panel açı parametrelerinin belirlenmesi ve verime etkisi. |
Öğr. Gör. Dr. Ahmet DURAK |
TÜBİTAK |
05.07.2023 |
05.01.2024 |
Bu proje, çift yüzlü güneş panellerinin panel açısı ve panel yüksekliklerini incelemeyi, klasik tip güneş panelleriyle karşılaştırmayı ve aynı zamanda bir meteoroloji istasyonundan alınan verilerin enerji üretimine etkisini araştırmayı amaçlamaktadır.
Güneş enerjisi, sürdürülebilir ve temiz enerji kaynakları arasında önemli bir yer tutmaktadır. Bu projede, güneş enerjisinden en iyi şekilde faydalanabilmek için çift yüzlü güneş panellerinin panel açısı ve yüksekliği üzerindeki etkileri analiz edeceğiz. Çift yüzlü güneş panelleri, hem ön hem de arka yüzeyleriyle güneş ışığını absorbe edebilme özelliğine sahiptir, bu da daha yüksek bir enerji verimliliği sağlayabilir.
Ayrıca, klasik tip güneş panelleriyle çift yüzlü güneş panelleri arasında karşılaştırma yapacağız. Bu karşılaştırma, enerji üretimi, verimlilik gibi faktörleri içerecektir. Amacımız, çift yüzlü panellerin geleneksel panellere kıyasla avantajlarını ve dezavantajlarını belirlemek ve enerji üretimindeki potansiyellerini değerlendirmektir.
Bu projede, aynı zamanda bir meteoroloji istasyonundan alınan verilerin enerji üretimine etkisini de inceleyeceğiz. Meteorolojik faktörler, güneş ışığı yoğunluğu, hava sıcaklığı, nem oranı ve rüzgar hızı gibi unsurlar enerji üretimi üzerinde etkili olabilir. Bu nedenle, meteorolojik verileri kullanarak güneş panellerinin performansını analiz edeceğiz ve bu verilerin enerji üretimi üzerindeki etkisini belirlemeye çalışacağız.
Proje kapsamında, saha çalışmaları gerçekleştirilerek güneş panellerinin farklı açılarında ve yüksekliklerinde ölçümler yapılacak. Aynı zamanda, meteoroloji istasyonundan alınan veriler kaydedilecek ve analiz edilecektir. Bu verilerin enerji üretimiyle olan ilişkisi istatistiksel yöntemlerle incelenecek.
Bu projenin sonuçları, güneş enerjisi sistemlerinin optimize edilmesi ve enerji üretiminde etkili olan faktörlerin daha iyi anlaşılması açısından önem arz etmektedir.
Zeytin Bahçeleri Için Degisken Düzeyli Gübreleme Yapan Gübre Dagıtma Makinası Gelistirilmesi |
Prof. Dr. Bahatti̇n AKDEMİR |
TÜBİTAK |
15.10.2012 |
15.10.2015 |
Bu projede; zeytin bahçeleri için 3 farklı mineral gübreyi aynı anda dağıtan bir makina, değişken düzeyli gübreleme yapabilmek için kontrol sistemi, makinanın gübre dağıtma testlerini atölyede yapmak için bir test programı ve meyve bahçelerinde değişken oranlı uygulama haritası oluşturmak için bir bilgisayar programı geliştirilmiştir. Değişken düzeyli kontrol sistemi, gübre dağıtma makinasında 3 depo olması nedeniyle 3 servomotor, 3 adet servomotor sürücüsü, entegre devre, kablosuz haberleşme, redüktör ve motorları kontrol eden programdan oluşmaktadır. Gübre, hareketini servomotorlardan alan ve özel geliştirilmiş, oluklu makaralar ile dağıtılmaktadır. Değişken düzeyli kontrol sistemi, gübre dağıtma işlevini yapan oluklu makaraların devrini değiştirerek gübreleme normunu makine bahçede çalışırken değiştirmektedir.
Değişken düzeyli gübre uygulama programı ile bahçe gridlere ayrılmakta, her gride istenilen değeri atanabilmekte, ayrıca planlanan “gübre uygulama miktarlarının” bahçede gerçekleşip gerçekleştirilemediğini kontrol etme olanağı vermektedir. Program traktörün hangi izleri takip ettiğini, ne kadar yol aldığını, gübreleme yaparken ve dönüşlerde ne kadar süre geçtiği ve parsellere giriş çıkış zamanları gibi GPS tabanlı birçok veriyi de kaydetmektedir. Araştırmada, Triple Süper Fosfat, Üre, Amonyum Nitrat ve Potasyum Sülfat gübreleri için değişken düzeyli gübre dağıtma sisteminin farklı skala değerleri için dağıtılan gübre miktarları belirlenmiştir. Bahçede yersel değişkenliği saptamak için 2013, 2014 ve 2015 yılı için toprak ve yaprak örnekleri alınmıştır. Her bir zeytin ağacının verimi ölçülerek değişken düzeyli gübrelemenin verim üzerine etkisi araştırılmıştır. Toprak için tekstür, nem, pH ve bitki besin elementleri içeriği, bitki için mikro ve makro bitki besin elementlerinin içeriği saptanıp yersel değişkenlik haritaları oluşturulmuştur.
Periyodizite nedeniyle 2013 yılı ve 2015 yılları için değişken düzeyli gübrelemenin verim üzerindeki etkisi değerlendirilmemiştir. Değişken ve sabit düzeyli gübre uygulamalarının verim değerleri üzerindeki ektisi için sadece 2014 yılı verim değerleri değerlendirilmiştir. Değişken düzeyli gübrelemenin verim sonuçları sabit düzeyli gübrelemeye göre toplam verim için .80, ağaç başına verimde ise % 11.50 daha fazla olarak saptanmıştır.
Süperkapasitör Elektrot Materyali Olarak Fonksiyonel Yeni Komonomer ve Kopolimer Sentezleri ve Devre Analizleri |
Prof. Dr. Murat ATEŞ |
TÜBİTAK |
01.05.2011 |
01.05.2013 |
Temiz enerjiye olan talep dünya genelinde hızla artmaktadır ve ümit veren en önemli çözümlerden biri yakıt hücreleri tarafından üretilen temiz enerjidir. Süperkapasitörler, elektriksel cihazlarda, güç kaynaklarında, bilgisayarların hafızalarının korumasında, mikroçiplerde, yakıt hücreleri ve pillerde teknik ve ekonomik avantaja sahip olan enerji ve güç depolama aygıtlarıdır. Süperkapasitörler anlık süreler boyunca yüksek oranda güç boşaltan kapasitelerinden dolayı gücü depolama ve boşaltmada kısa zamanlı güç arzını talep etmek için hâlihazırda elektriksel enerji depolama aygıtları olarak kullanılırlar. Süperkapasitörler, piller ve konvansiyonel kapasitörler arasındaki boşluğu spesifik enerjileri ve spesifik güçleri bakımından doldurur. Süperkapasitörler pillere birçok açıdan benzerdir. Örneğin, kullanılan elektrotlar ve elektroaktif elektrot materyalinde yük depolama gibi. Ancak süperkapasitörler piller ve konvansiyonel kapasitörlerden 20-200 kez daha fazla kapasitans özelliği gösteren üstün cihazlardır. Süperkapasitörler, elektrokimyasal kapasitör ve ultra-kapasitör olarak isimlendirilebilmektedirler. Bu isimlendirme, depoladıkları ve boşalttıkları anlık enerjiye göre verilir.
Elektrokimyasal kapasitörün, çift katmanlı kapasitör ve pseudo-kapasitor olarak adlandırılan iki tür hali geliştirilmektedir. Birincisinde, enerji depolama başlıca yüksek spesifik alan ve elektrolit çözeltiler ile elektrot materyali arasında ara yüzeydeki elektronik ve iyonik yükün ayrımından yükselir. İkincisinde, hızlı Faradik reaksiyonlar karakteristik potansiyelde elektrot materyalinde oluşur. Bu sistemler tarafından gösterilen büyük kapasitans değeri yüzeye redoks tipi reaksiyonlarda adsorbe edilmiş ara ürünün katılması ile ilişkili çift katmanlı kapasitans (Cdl) ve pseudo-kapasitansın (Csp) kombinasyonundan ileri geldiğine işaret etmiştir. Ultra-kapasitörler ise süperkapasitörlerden daha yüksek güç depolayan cihazlardır. Uzun raf ömrü ve kullanılabilirlik süreleri oldukça yüksektir.
Proje kapsamında, süperkapasitör elektrot materyali olarak kullanılmak üzere fonksiyonel karbazol temelli monomerler ile 3,4-etilendioksitiyofen monomerinin kombinasyonundan sentezlenecek olan 3 yeni komonomerlerin kopolimerleştirilmesi ve detailı karakterizasyonları yapılması hedeflenmektedir. Polimer film karakterizasyonu için FTIR-ATR reflektans spektrofotometre, döngülü voltametri (DV) ve elektrokimyasal empedans spektroskopisi (EES), taramalı elektron mikrokobu (SEM-EDX), atomik kuvvet mikroskobu (AKM) ölçüm yöntemi olarak kullanılacak, kopolimerlerin EES ile toplam kapasitans ve ara yüzey kapasitans değerleri belirlenecektir. 3,4-etilendioksitiyofen (EDOT) monomeri düşük band genişliği ve düşük oksitlenme potansiyeli ile yüksek kararlılığa sahiptir. Buna karşın düşük çözünürlüğü bu monomerin elektrik ve optik cihaz yapımında kısıtlamalara neden olur. Bu problemi aşmak için, fonksiyonel karbazol monomeri ile EDOT’ ın komonomer yapılması ve elde edilecek yüksek doplama ve konjugasyona sahip kopolimerlerin, süperkapasitör elektrot materyali olarak kullanılabileceği bulunmuştur. Ayrıca sentezlenecek fonksiyonel kopolimerin eşdeğer devre modellemeleri ve analizleri yapılmıştır.
Dondurulmuş Kurabiye Hamuru Üretiminde Farklı Biyoaktif Bileşenlerin Renklendirici Ve Fonksiyonel Zenginleştirici Olarak Kullanımı |
Dr. Öğr. Üyesi Kadi̇r Gürbüz GÜNER |
TÜBİTAK |
02.10.2023 |
02.10.2024 |
Bu proje başvurusu, çocuklar için sağlıklı bir atıştırmalık olarak kullanılabilecek, beraberinde pek çok sağlık faydasını da sunan, doğal renk kaynaklarına sahip kurabiye hamuru üretimini amaçlamaktadır. Kurabiye genellikle tatlı gıdalara yönelik bir eğilim gösterme durumundaki çocuklarca sevilen bir yiyecektir. Ancak fazla miktarda abur cubur tüketiminin sağlık sorunlarına neden olabileceği bilinmektedir. Bu projede, çocukların sağlıklı beslenme alışkanlıklarını teşvik etmek ve onlara besleyici bir alternatif sunmak amacıyla doğal renklendiricilere sahip kurabiye hamuru üretimi hedeflenmektedir.
Çocuklar için üretilen sağlıklı atıştırmalıkların tüketim noktasında yaşadığı en yaygın sorun; yeterince ilgici çekici olarak dizayn edilmemiş olmalarıdır. Dondurulmuş hamur teknolojisi kullanılarak üretilecek olan kurabiye hamurları, çocukların evde katılım göstererek kesme, yoğurma gibi aktivitelere dahil olmalarına olanak sağlayacaktır. Bu sayede çocuklar, kendi hazırladıkları yiyeceklere sahip olmanın getirdiği olumlu duygularla kurabiyeleri daha kolay bir şekilde benimseyebileceklerdir. Ayrıca, doğal renklendiriciler kullanılarak kurabiyelerin çekici ve renkli olması sağlanacak ve çocukların ilgisini çekmesi hedeflenecektir.
Proje kapsamında, aronya meyvesi, zerdeçal, kırmızı pancar ve spirulina gibi doğal kaynaklardan elde edilen içerikler renk kaynağı olarak kullanılacaktır. Aronya, yüksek antioksidan içeriğiyle bilinen bir meyvedir ve sağlık üzerinde olumlu etkileri bulunmaktadır. Kırmızı pancar da betalainler içererek antioksidan ve kardiyovasküler sağlık faydaları sunmaktadır. Spirulina ise yüksek protein, vitamin ve mineral içeriğiyle dikkat çeken bir mavi-yeşil alg türüdür ve doğal bir renklendirici olarak kullanılmaktadır. Zerdeçal da gıdalara sarı-turuncu arası renk vermesi ile bilinen bir baharattır. İçerdiği kurkumin miktarından dolayı pek çok olumlu sağlık etkisi ile ilişkilendirilmektedir.
Bu proje, çocuklara sağlıklı bir atıştırmalık seçeneği sunmanın yanı sıra, doğal renklendiricilerin kullanımının yaygınlaşmasına ve sağlıklı gıda üretimine katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Ayrıca, çocukların beslenme alışkanlıklarını olumlu yönde etkilemek ve gelecekteki muhtemel sağlık sorunlarını önlemeye yardımcı olmak amaçlanmaktadır.
"Hemşin Koyun Irkında BMPR-1B Geni Polimorfizminin Belirlenmesi |
Doç. Dr. Razi̇ye IŞIK KALPAR |
TÜBİTAK |
02.10.2023 |
02.10.2024 |
Dünyada yerli genetik kaynakları tanımlamak amacıyla araştırmalar yapılmakta olup ülkemizde de bu yönde çalışmalar bulunmaktadır. Yerli koyun ırklarımızdan biri olan olan Hemşin koyun ırkı eskiden beri yetiştiricilerimizin geçim kaynağı olmuş ülkemiz ekonomisine katkıda bulunmuştur. Hemşin koyununun etinden, sütünden, yapağısından ve sakatatından olduğu gibi birçok hayvansal üründen yararlanılmıştır. Bu bağlamda tüm gıdalarda olduğu gibi hayvansal gıdalar da özellikle Covid-19 salgınından itibaren önemini artmış ve stratejik bir konuma gelmiştir. Koyun yetiştiriciliğinde karlı ve süründürülebilir işletme modeli oluşturabilmek için üreme verimliği en önemli konulardan biridir. Koyunlarda üreme performansını etkileyen önemli bazı aday genler BMP, GDF9 ve BMPR-1B’dır. Bu genlerden BMPR-1B geni koyunlarda ovülasyon miktarını arttırarak çoklu doğum oranını etkilediği bilinmektedir. Koyunlardaki üreme özellikleri klasik ıslah yöntemleriyle de geliştirilebilmektedir. Ancak günümüzde, sürecin kısaltılması amacıyla hızlı ve güvenilir bir seleksiyon hedefiyle marker destekli seleksiyon yaklaşımı ıslah programlarında yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Marker destekli seleksiyon için herhangi bir aday gen bölgesindeki polimorfizmler moleküler düzeyde biyoteknolojik yöntemlerle tespit edilebilmektedir. Planlanan projede literatür taraması yapılmış ve Hemşin koyununda üreme özellikleri üzerine etkili aday genlerden biri olan BMPR-1B geni ile ilgili çalışma bulunamamıştır. Projenin amacı, Hemşin koyun ırkında BMPR-1B geninde bulunan olası tek nükleotid polimorfizmlerini (SNP), dizi analizi yöntemi ile tanımlamak ve daha sonra yapılacak projelerle bu SNP’ler ile üreme ve çoklu doğum özellikleri arasındaki ilişkileri belirlenmesine olanak sağlamaktır. Proje sonuçlarının; yerli koyun ırkımız olan Hemşin’in üreme özelliğinin moleküler düzeyde belirlenerek tanımlanması çalışmalarına, koyun yetiştiricilerimize, tarım sektörüne, ülke ekonomimize ve bilimsel literatüre katkı sağlaması beklenmektedir.
Beton yüzeyde yerli diatom toprağı preparatının Un biti, Tribolium castaneum larva ve erginlerine etkinliğinin belirlenmesi |
Prof. Dr. Özgür SAĞLAM |
TÜBİTAK |
29.09.2023 |
29.09.2024 |
Dünyadaki nüfus artışının ortaya çıkardığı açlık sorununu ortadan
kaldırmak ve olası afetlere, hastalıklara bağlı gıda üretme ve sağlıklı
bir şekilde depolama ihtiyacı her geçen gün önemli bir sorun haline
gelmektedir. Temel besin gruplarından olan tahılın sağlıklı korunması
gerekmektedir. Tribolium castaneum genellikle un, yulaf ezmesi ve
pirinç kepeği gibi tahıl ürünleri için ciddi tehdit oluşturan zararlıdır.
Un biti en çok fırınlarda, un değirmenlerinde ve tahılların depolandığı
diğer tarımsal alanlarda bulunabilir. Depolanan tahıllar genellikle
beton yüzeyli alanlarda depolanmaktadır. Bu çalışmada da
depolanan tahıl ürünlerinde, tahıl ürünlerini büyük kayıplara uğratan
ve zarar veren Un biti, Tribolium castaneum’un doğal ve yerli bir
ürün olan Detech® diatom toprağı ile mücadelesi ele alınmaktadır.
Çalışmada T.castaneum larva ve erginlerine diatom toprağı
uygulanarak toksisite değerleri belirlenecektir. Ürün depolanan beton
yüzeylerdeki kullanım potansiyeli ortaya konulacaktır. Çalışma
sonucunda ele alınan türün mücadelesinde gerekli olan doz
hesaplanacaktır. Ayrıca yerli ve ticari ilk diatom preparatı olan
Detech® (Entoteam Arge Ltd.-Türkiye) Un biti larva ve erginlerine
karşı ilk kez testlenecek ve uluslararası ticari diatom toprağı
Silicosec® (Biofa GmbH, Almanya) ile karşılaştırılacaktır. Böylece ele
alınan tür ve aynı familyadan diğer önemli türlerin yerli diatoma karşı
etkinlikleri açısından önemli veriler elde edilecektir.
İç Mekan Süs Bitkilerinde Görülen Zararlılar ve Kişilerin Farkındalık Düzeyleri |
Prof. Dr. Özgür SAĞLAM |
TÜBİTAK |
29.09.2023 |
29.09.2024 |
Modern iç mimari tasarımlarında iç mekân bitkilerine olan talep her geçen gün hızla artmaktadır. Asırlardır
estetik ve fonksiyonel olarak kullanılmakla birlikte günümüzde çevre sorunlarının artışı, kentleşme ile stres
faktörlerinin azaltılmasına yönelik katkı sağlayarak daha yaşanılabilir bir ortam sağlanabilmesi açısından süs
bitkileri tercih edilmektedir. Etkileyici çiçekleri ve yaprakları, salgıladıkları kokuları, çok çeşitli renkleri ile birlikte
tercih edilen pek çok süs bitkisi bulunmaktadır. Süs bitkileri ekonomik olarak pazar fiyatı yüksek bitkilerdir.
Maruz kaldıkları zararlılar sebebiyle de peyzaj kullanımında amacını yerine getiremeyerek, maddi ve manevi
kayıplara neden olmaktadırlar. Uygun koşullar ve zararlılarla mücadele sağlanmadığı taktirde hızla gelişimi
duraksamakta ve zaman içerisinde de bitkiler kuruyarak ölümle sonuçlanmaktadır. Bitkisel üretimin diğer
dallarında olduğu gibi süs bitkileri üretimi de böcekler, kırmızı örümcekler, thripsler, nematodlar gibi pek çok
zararlının tehdidine maruz kalmaktadır. Gerekli önlemler alınmadığı taktirde zararlılar hızla popülasyonlarını
arttırmakta ve geniş konukçu ağı ile birlikte diğer bitkilere de bulaşarak zarar görmesine sebep olmaktadırlar.
Çalışmamız kapsamında iç mekanlarda (üniversite, hastane, belediye kurumları, kamu binaları vb.) bulunan
süs bitkilerinin öncelikle tespiti ve teşhisi yapılacak ardından alınan örnekler yardımıyla konukçusu olan
zararlıların teşhisi yapılacaktır. Ayrıca uygulanacak anketler kapsamında iç mekân süs bitkilerinde bulunan
zararlılar ve kişilerin bu konu hakkında farkındalık düzeylerinin araştırılması amaçlanacaktır. Çalışma
kapsamında danışman hocam ile birlikte bitkiler ve zararlıları hakkında kurumlardaki ilgili kişilere
bilgilendirmeler yaparak, çevre dostu tarımsal yöntemler önerilecektir. Kişilerin farkındalık düzeyine yönelik
daha önce bu türden bir çalışma yapılmadığı için ileride yapılacak olan çalışmalara da katkı sağlanması
hedeflenmektedir. Unutmayalım ki zararlıların zarar yapmasını önlemek ve kişilerin farkındalık düzeyini
oluşturmak, savaşımdan daha kolay ve ekonomiktir.
Manyeto-Reolojik Akışkanların Sentezi ve Manyeto-Reolojik Akışkan- Tekstil Kompozitlerin Titreşim-Darbe Sönümleme Özelliklerinin Araştırılması |
Arş. Gör. Dr. şeri̇fe ŞAFAK |
TÜBİTAK |
23.11.2023 |
15.02.2024 |
Bu proje; akıllı malzeme alanında fonksiyonel ve yenilikçi özelliklere sahip Manyeto-Reolojik Akışkanlı Tekstil kompozit malzemelerin geliştirilmesini konu almaktadır. Önerilen proje; Şerife ŞAFAK’ın “Manyeto-reolojik Akışkanların Sentezi ve Akışkan Özelliklerinin Damper Karakteristikleri Üzerine Etkisinin İncelenmesi” adlı doktora tezinin tamamlanması amacıyla önerilmektedir.
Manyeto-reolojik (MR) akışkanlar, manyetik alan etkisi ile viskoziteleri birkaç mili saniye gibi çok kısa zamanda önemli artış gösteren ve adeta “katı” gibi davranmaya başlayan akıllı malzemelerdir. Manyetik alanın kalkması durumunda ise ters yönde ve aynı hızda akışkan özelliklerinde geriye dönüş gerçekleşmektedir. Bu özellik sayesinde özellikle elektro-mekanik kontrol sistemlerinde uzun ömürlü, basit, az enerji tüketimine sahip, sessiz ve hızlı bir cevap mekanizması sağlayabilen MR akışkanlar giderek artan bir uygulama alanı bulmaktadır. Sedimentasyon/aglomerasyon ve MR etkinin düşüklüğü, MR akışkanların uygulamalarını kısıtlayan en önemli etkenlerdir. Son dönemlerde, MR akışkanın uygulama alanlarını sınırlayan bu durumu aşmak için, MR akışkanın emici matriste bulunduğu yöntemler üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. MR akışkanın sünger- açık hücreli köpük, keçe, elastomer veya kumaş gibi emici bir matristeki kılcal hareket ile sınırlandığı bu yöntemler; yüksek derecede kontrol istenen düşük ve orta seviyeli kuvvet uygulamalar için uygundur. MR sünger, köpük, jel ve elastomer malzemeler dışında son zamanlarda tekstil yapıları ile MR akışkanların birlikte kullanıldığı kompozit materyaller üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. MR akışkan tekstil/kumaş kompozit yapıları üzerine yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu balistik koruma amaçlı kompozit yapıların geliştirilmesi ve karakterizasyonu ile sensörler üzerine yapılmıştır.
Önerilen proje; fizik, tekstil ve makine mühendisliği alanındaki bilgileri ve yöntemleri kullanarak katma değeri yüksek akıllı bir malzemenin tasarımı ve üretimine yönelik çalışmaları ve değerlendirilmesini içermektedir. Bu doğrultuda elde edilecek veriler ile literatüre ciddi bir katkı sunulacağı düşünülmektedir. Bu çalışmada hedef; sağlık, askeri ve sivil alanda kullanılabilecek darbe emici ve titreşim sönümleyici özelliklere sahip esnek, hafif akıllı malzeme üretimidir. Üretilecek malzemelerin patentlenerek ticarileşme ve yeni MR cihaz tasarımlarında kullanılabilme potansiyeli bulunmaktadır. Tez çalışmasında; MR akışkanların damper sistemlerinde performansını etkileyen sedimentasyonu engelleyebilmek amacıyla sentezlenen MR akışkanlar polyester dokusuz yüzeylere aplike edilerek titreşim sönümleme ve darbe emme özellikleri test edilerek damper sistemlerinde kullanılabilirliği araştırılmaktadır.
Mevcut çalışmanın başarıyla sonuçlanması durumunda, katma değeri yüksek ve akıllı malzemenin üretilmesinin önü açılacak ve bu sayede Türk tekstil, makine, sağlık, savunma, havacılık uzay sanayii kapsayan imalat sanayisi için 11. Kalkınma Planı ve Tübitak tarafından belirlenen 2023 yılı hedeflerine katkıda bulunulacaktır.
Benzimidazole ile Bağlanmış Pirol Karbazol Yapısının Dipirol [3,2-C:2?,3?-G] Karbazol-2,10-Dikarboksilat'tan Sentezlenmesi |
Prof. Dr. Hakan KANDEMİR |
TÜBİTAK |
01.09.2014 |
28.02.2016 |
Karmaşık molekül yapısına sahip olan ve önemli farmakolojik özellik gösteren alkaloitler, değişik biyolojik aktivite göstermeleri sebebiyle sentezlenmelerine yönelik çalışmalara gerek duyulan moleküllerdir. İndoller, pirol karbazoller ve benzimidazoller doğada bulunmaları ve biyolojik olarak aktivite göstermeleri açısından önem taşıyan alkaloitlerdir.
Pirol karbazol türevlerine büyüyerek devam eden ilgi, bu maddelerin değişik biyolojik aktivite gösteren doğal ürünlerin yapılarında bulunmalarıyla birlikte çok geniş bir alana yayılmıştır. Pirol karbazol türevleri; ilaç kimyasında kullanılan Chk 1, CDK 1 ve pim kinaz gibi birçok enzimi durdurucu etkide olduklarından ve antitümor gibi birçok biyolojik özellik göstermelerinden dolayı, hetero halkalı bileşikler sınıfının çok önemli yapılarındandır.
Doğal ürünlerle çok kuvvetli bağlantıları olup, hetero halkalı bir sınıf olan indollerin senteziyle ilgili birçok sentez yöntemi rapor edilmiştir. En önemli sayılabilecek olan yöntemlerden biri de Hemetsberger reaksiyonudur.
Benzimidazol’den türetilmiş alkaloitlere doğada sıkça rastlanmasa da biyolojik aktivite gösteren yapıların geliştirilmeleri için önemli yapısal motiflerdir. Benzimidazol türevlerinin ülsere, mantar hastalıklarına ve kansere karşı tedavi edici etkilerinin olduğu bulunmuştur. Benzimidazol sentezi için birçok yaklaşım bulunmuş ve rapor edilmiştir. Projeyle ilgili olup, tek bir basamakta gerçekleşen ve o-diaminobenzen yapılarıyla aldehit türevlerinin reaksiyonuna dayanan metot bunlardan biridir.
Bu çalışmada, Hemetsberger reaksiyonu yardımıyla sentezlenen pirol karbazol yapısının 2-pozisyonunda bulunan ester grubu alkole indirgenmiştir. Ancak alkolün aldehite mangan (IV) oksit ile yükseltgenmesi gerçekleşmemiştir. Sentezlenen ürünlerin karakterizasyonu 1H NMR, 13C NMR, IR, kütle analizi ve tek kırınım X-ışınları analizi bilgilerinin kombine edilmesi ile başarılırken, kanser hücrelerine (HT29) karşı etkileri MTT (3-(4,5-Dimetiltiyazol-2-yl)-2,5-difeniltetrazol bromür) kullanılarak gerçekleştirildi.
Öğretim dili İngilizce olan fen, teknoloji, mühendislik ve matematik derslerinde değerlendirme okuryazarlığı: Bir ölçüm çalışması |
Öğr. Gör. Dr. Pinar KOÇER |
TÜBİTAK |
01.09.2024 |
01.09.2025 |
Tüm dünyada yabancı dil ve ortak dil (lingua franca) olarak İngilizcenin önemi ve getirdiği avantajlar, İngilizcenin eğitim öğretim faaliyetlerinde yaygın olarak yer almasında ve dil politikalarının aynı doğrultuda belirlenmesinde büyük bir etkiye sahip olmuştur. Bu anlamda, eğitimin kalitesini artırmak için uygulanan yöntemlerden biri de, öğretim dili İngilizce (ÖDİ) (English medium instruction- EMI) olan programların sayısını artırmak olmuştur. EMI-AL projesinin birincil amacı, öğretim dili İngilizce (ÖDİ) olan öğretmenlerin ölçme ve değerlendirme okuryazarlığı için gerekli beceri, bilgi ve yetkinlikleri tanımlayan kavramsal bir çerçeve tasarlayıp, bunu güvenilir ve geçerli bir şekilde ölçmeyi sağlayacak bir ölçek geliştirmektir. Böylece, bu kavramı güvenilir ve geçerli bir şekilde ölçebilecek ve bu sayede bu kavramın farklı faktörlerle ilişkisini ortaya koymayı mümkün kılacak bir ölçek ortaya çıkmış olacaktır.
Propiyonik Asit Bakterileri ile B12 Vitamini Üretimi ve Mihaliç Peynirinde B12 Vitamin Düzeyinin Artırılması |
Doç. Dr. Göksel TIRPANCI SİVRİ |
TÜBİTAK |
04.06.2023 |
04.06.2024 |
B12 vitamininin vücutta protein, yağ ve karbonhidrat metabolizması, sinir sisteminin normal fonksiyonları ve kırmızı kan hücrelerinin oluşumu gibi önemli görevleri vardır. İnsan hücreleri tarafından sentezlenemeyen B12 vitamini esansiyeldir ve dışarıdan alınması gerekmektedir. Türkiye, dünyada B12 vitamini eksikliği görülen ülkeler arasında yer almaktadır. Türkiye’de B12 vitamini eksikliği yaygın olarak görülen bir halk sağlığı problemidir. Propiyonik asit bakterileri (PAB) ürettikleri postbiyotikler nedeniyle (vitaminler, propiyonik asit, konjuge linoleik asit, biyoaktif peptidler) son derece önemli mikroorganizmalardır. PAB’ların ürettiği en önemli metabolitlerden biri B12 vitaminidir. B12 vitamini sentezinin endüstride kimyasal yöntemlerle eldesinin teknik olarak çok zor ve ekonomik açıdan pahalı olması, üretimin mikrobiyal fermantasyon ile yapılmasına yol açmaktadır. Süt ve süt ürünlerinin B12 vitamini içeriği etten daha düşük olsa da, süt ürünlerindeki B12 vitamininin biyoyararlılığı daha yüksektir. Aynı zamanda propiyonik asit bakterileri güçlü probiyotik özellikleri taşımaktadırlar. Probiyotik taşıyıcı ürünler içinde en büyük oranı yoğurt ve peynir gibi fermente süt ürünleri oluşturmaktadır. Aynı zamanda PAB teknolojik açıdan peynirlerin olgunlaşma sürecine katkı sağlamaktadır. PAB’ın teknolojik açıdan sağladığı faydaların en önemlileri karbon kaynağı olarak laktoz ve laktatları kullanabilmeleri, gıdalar için koruyucu özelliklere sahip bileşikleri (propiyonik asit, asetik asit ve bakteriyosinler vb.) üretebilmeleri, aroma ve tat bileşenlerini sağlamalarıdır. PAB aktivitesi sonucu ortaya çıkan propiyonik asit, asetik asit, diasetil, asetoin, asetaldehit, propiyonaldehit, prolin tat ve aroma oluşumuna; CO2 oluşumu ise istenen gözenekli yapının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ülkemize özgü bir peynir olan, Balıkesir-Bursa bölgesinde yoğun olarak üretilen Mihaliç peynirinde de karakteristik tat-aroma ve gözenek oluşumunda propiyonik asit bakterileri önemli rol oynamaktadır. Çeşitli peynirlerin 100 gramında bulunan B12 vitamini miktarları; Parmesan, Gouda, Tilsit ve Emmental peynirlerinde sırasıyla 2,0 µg,1,9 µg, 2,0 µg ve 2,7 µg; Beyaz, Kaşar, Tulum ve Mihaliç peynirlerinde sırasıyla 0,93 µg, 0,76 µg, 0,77 µg, 0,49 µg’dir. Mihaliç peynirinin taşıdığı potansiyele zıt olarak düşük miktarda B12 vitamini ihtiva ettiği görülmektedir. Proje kapsamında Mihaliç peynirinin B12 vitamini yönünden zenginleştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu peynir çeşidimizin doğal mikroflorasında bulunan PAB’ın gelişme koşulları dikkate alınarak, peynir kitlesinde PAB metaboliti olan B12 vitamini üretiminin sağlanması ve artırılması amaçlanmaktadır. İlk olarak besiyeri ortamında PAB izolatlarının B12 vitamini üretme potansiyelleri ve bunu etkileyen parametreler Plackett-Burman metodu ile taranarak belirlenecektir. PAB tarafından B12 vitamini üretim sürecini etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. Bunlar ortamın pH’ı ve sıcaklığı, besi ortamına eklenen ve gelişimi destekleyici bileşenler (kazein hidrolizat, laktat, FMNH2), tuz oranı, inokulum tipi ve oranı, havalandırma şartları ve fermantasyon süresidir. En etkili olduğu belirlenen 3 parametrenin peynir üretimine uygulanması ile B12 vitamini düzeyinin artırılması hedeflenmektedir. Son yıllarda fermantasyon yoluyla gıda ürünlerinde B12 vitamini düzeyinin artırılmasına yönelik çalışmalar artmıştır. Ülkemizde üretilen ve sevilen bir ürün olan Mihaliç peynirinin fonksiyonel özellikleri desteklenerek, insan sağlığına daha yararlı bir ürün üretilmesi ile tüketici faydası sağlanması hedeflenmektedir.
Farklı Yetiştirme Ortamında ve farklı Dozlarda Hümik Asit Verilerek Yetiştirilen Tere Fidelerinin Akuaponik Sistemde Gelişiminin İncelenmesi |
Prof. Dr. Murat DEVECİ |
TÜBİTAK |
26.09.2023 |
26.09.2024 |
Nüfusun hızla artmasının yanı sıra kaynakların yanlış kullanımı ve tarım arazilerinde gözlemlenen bozulmalar, arzın gıda üzerinde oluşan talebi karşılamakta zorlanacağını göstermektedir. Mevcut tarım arazilerinde yaşanan yanlış arazi kullanımları, insan müdahaleleri ve çölleşme tarım arazilerinin verimsizleşmesine ve azalmasına neden olmaktadır. Konvansiyonel tarım ile büyük alanlara ihtiyaç duyulması, aşırı gübre ve su tüketimi, toprak yapısının bozulması üretimde karşılaşılan başlıca sorunlardır. Mevcut tarım arazilerinde yaşanan bu problemler yeni tarım arazilerinin araştırılmasını ve yeni tarım tekniklerinin geliştirilmesini de kaçınılmaz kılmaktadır (Bingöl, 2015). Tarım arazilerindeki kayıpları önlemek, ürünlerin verimliliğini arttırmak, kırsal alanla kentsel alan arasındaki nakil sorunlarını gidermek, mevsimsel risklerden arınmak, zirai kalıntı sorunlarının önüne geçmek ve su kullanımında ekonomi sağlamak alternatif tarım yöntemlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır (Bingöl, 2015). Alternatif tarım yöntemleri verimli topraklar gerektirmediğinden daha iyi arazi kullanımı sağlayan ölçeklenebilir sistemler oluşturmamıza olanak sağlayan modern tarım sistemleridir. Karşılaşılan farklı sorunlara değişik çözümler sunmaları ile sorunlu alanlarda dâhi tarım yapılmasına imkân sağlayan bu sistemler üreticiler için yeni çözümler sunmuştur. Bu teknolojilerin diğer bir avantajı da, alan biriminin verimini artıran dikey çiftçilik üretiminin bu sistemlerle uygulanabilmesidir. Ayrıca bu yeni modern sistemler yıl boyunca sürekli üretimi desteklemek içinde tasarlanabilir. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kullanılmaya başlanılan bu yöntemlerin en büyük avantajı ise çiftçilerin üretim üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmalarını, emek ve zaman tasarrufu sağlamalarını ve işletmelerinin daha kârlı işletmelere dönüşmelerini sağlar. Alternatif tarım uygulamaları olarak bilinen Akuaponik ve Hidroponik sistemler, sınırlı arazi, su ve toprak kullanmadan birim alan başına yüksek verim üretme potansiyeline sahiptir. Bu Sistemler su kalitesini koruma ve pazarlanabilir sebze üretimi açısından çiftçiler tarafından çok dikkat çekmektedir. Doğru tasarlanmış bu sistemler organik yükü fazla olan sudan yararlanma oranını arttırmaktadır. Ayrıca su tüketimini azaltmakta ve hem balık hem de bitki olmak üzere iki ürün üretimi de karlılığı arttırmaktadır.
Bu projede konvensiyonel tarıma alternetif olan Akuaponik tarım sistemi kullanılarak Tere yetiştiriciliği yapılması planlanmaktadır. Bu amaçla hidroponik sistemde fideler yetiştirilerek Akuaponik sisteme taşınacak farklı koşullardaki gelişimleri irdelenecektir. Tüm üretim dönemindeki veriler tarım arazisinde yapılan konvensiyonel tarımda elde edilenler ile karşılaştırılacaktır. Verimin ve kalitenin artması, kimyasal kullanımının kaldırılması ve dolayısıyla üretim maliyetlerinin artması beklenmektedir.
Onkolitik İmmunoterapi Biyobelirteci Olan HMGB1’in Hassas ve Spesifik Tayini İçin İmmunomanyetik Yakalama Tekniğine Dayalı Elektrokimyasal İmmunosensör Sisteminin Geliştirilmesi |
Doç. Dr. Eli̇f Burcu AYDIN |
TÜBİTAK |
14.03.2024 |
14.03.2025 |
Dünyada lider ölüm nedenlerinden biri olan kanser hastalığının yeni nesil tedavi yaklaşımlarından biri olan immünoterapi, bağışıklık sistemini harekete geçirerek, vücudun kanseri kendi kendine yenmesini sağlamayı hedeflemektedir. İmmünoterapi, kemoterapi ve hedefe yönelik akıllı tedavilere göre çok daha az yan etki gösterir ve bağışıklık hücrelerinde bir hafıza oluşturarak, daha iyi, uzun süreli ve kalıcı yanıtlar oluşmasını sağlar. Onkolitik immünoterapide, tümör litik virüsleri, hastaların kendi bağışıklık sistemini kanserlerine karşı yönlendirmek için kullanılır. İmmünoterapiden sonra görülen tedavi yanıtları, immünolojik hafıza nedeniyle genellikle kalıcı olsa da zaman alabilir ve görüntüleme ile tespit edilmesi zor olabilir, klinik çalışmaların planlanmasını ve yürütülmesini zorlaştırabilir. İpilimumab, adoptif transfer edilen T-hücreleri veya onkolitik virüsler gibi etkili immünoterapötiklerle bazı hastalar tam iyileşme yaşarken, benzer klinik-patolojik özelliklere sahip diğerleri hastalıklarına hızla yenik düşebilmektedir. Bu nedenle, immünoterapiden faydalanması muhtemel hastaların belirlenmesi için öngörücü ve prognostik faktörlere acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda, yüksek mobilite grup kutusu 1 (HMGB1) onkolitik immünoterapi için potansiyel bir prognostik ve öngörücü biyobelirteçtir. Elektrokimyasal biyoanalitik yaklaşımlar, basit ekipmanları, düşük maliyetleri, hızlı analizleri ve taşınabilirlikleri, özellikle de mükemmel hassasiyetleri nedeniyle biyolojik analizlerde daha alakalı ve önemli hale gelmiştir. Etiketsiz elektrokimyasal immünosensörler, enzime bağlı immünosorbent testi gibi geleneksel biyobelirteç tespit teknikleri için önemli adaylardır ve floresan veya enzim etiketli ikincil antikorlar olmadan antikorlar ve antijenler arasındaki etkileşimi doğrudan ölçebilir, böylece etiketleme ve reaksiyon prosedürlerini ortadan kaldırarak tespit sürecinde önemli ölçüde maliyet ve zaman tasarrufu sağlarlar. Manyetik nanopartiküller, biyomoleküler ayırma ve zenginleştirme için immünoassaylerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Manyetik nanopartiküller, mükemmel biyouyumluluk, ucuz sentez, hızlı sentez, fiziko-kimyasal özellikler, maliyet etkinliği, çok yönlülük ve son derece yüksek yüzey-hacim oranı gibi ayırt edici özellikleri nedeniyle daha fazla ilgi çekmektedir. Bu özellikleri nedeniyle, biyoalgılamada özel bir unsur olarak yaygın bir şekilde araştırılmıştır. Bu projede, anti-HMGB1 immobilizasyonu için yüksek verimli algılama platformu açısından Fe3o4@(3-Glycidyloxypropyl)trimethoxysilane (GPTMS) sentezi amaçlanmaktadır. GPTMS ile kaplanmış manyetik nanopartiküller tanıma yüzeyi olarak kullanılacak ve üç aşamalı basit bir süreçle oluşturulacaktır. Anti-HMGB1 antikorları GPTMS ile modifiye edilmiş manyetik nanopartiküller üzerine kovalent olarak immobilize edilecek ve HMGB1'e özgü manyetik nanopartiküller elektrot yüzeyinde spesifik bir yüzey oluşturacaktır. Antikorlar için bir immobilizasyon platformu olarak manyetik nanopartiküllerin kullanılması, antikor bağlanması için geniş bir yüzey sağlayacaktır. Modifiye manyetik nanopartikülleri ITO yüzeyine bağlamak için harici bir neodimyum mıknatıs kullanılacaktır. Modifiye edilmiş manyetik nanoparçacık yüzeylerinin karakterizasyonları, elektrokimyasal empedans spektroskopisi, döngüsel voltametri, fourier dönüşümlü kızılötesi spektrometre ve taramalı elektron mikroskopisi teknikleri ile gerçekleştirilecektir. Anti-HMGB1 antikor ve HMGB1 antijen arasındaki spesifik etkileşim, redoks probunun elektron transferini kısıtlaması ve elektrotun artan HMGB1 antijen konsantrasyonlarıyla ilişkili impedimetrik yanıtını değiştirmesi beklenmektedir. Geliştirilen biyosensörün performansı tekrarlanabilirlik, tekrar üretilebilirlik, depolama kararlılığı ve seçicilik açısından test edilecektir. Ticari serum örnekleri geliştirilecek biyosensör ve ticari olarak temin edilecek olan ELISA sistemi analizlenecek ve iki yönteme ait analiz sonuçları birbiri ile karşılaştırılacaktır.
Multipl Skleroz Olgularında Allopregnanolone Düzeylerinin Oksidatif Stres İndeksi ve Hastalık Seyir Özellikleriyle İlişkisinin Değerlendirilmesi |
Arş. Gör. Dr. Asli GÜNDÜZ |
TÜBİTAK |
01.05.2024 |
01.05.2025 |
Amaç: MS tanılı bireylerde allopregnanalon düzeylerinin sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılması, oksidatif stres düzeyleri, hastalık demografik özellikleri, seyir özellikleri ve klinik bulguları ile ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Tanıtım ve Özgün Değer: Multipl Skleroz (MS) Santral Sinir sisteminin kronik inflamatuar, demiyelinizan ve nörodejeneratif bir hastalığıdır. MS’li bireylerde oksidatif stres düzeyinin inflamasyonun belirgin olduğu atak döneminde ve nörodejeneratif özelliğin belirgin olduğu progresyon döneminde yükseldiği in vitro çalışmalar ile gösterilmiş, klinik çalışmalar ile de desteklenmiştir. Bir nörosteroid olan Allopregnanalon (ALLO) sinir sisteminde nöron ve glia hücrelerini oksidatif stres ve anoksiye karşı korumak, miyelinizasyonu arttırmak, neokorteks yapılanmasını sağlamak gibi önemli etkilere sahiptir. İnsan mikroglialarının ALLO üretebildiği ve oksidatif strese yanıt olarak mikrogliaların hayatta kalmasını desteklemek için daha fazla salındığı in-vitro ortamda gösterilmiştir. Bu çalışmada MS’li bireylerde ALLO düzeylerinin değerlendirilmesi ve oksidatif stres düzeyleri ile arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmış, geniş hasta grubu ile yapılacak analizler ile literatürde var olan eksikliklere yanıt aranması hedeflenmiştir. ALLO düzeyleri ile oksidatif stres arasındaki ilişkinin ilk kez değerlendirilecek olması ve MS’li bireylerde in vivo olarak çalışılacak olması çalışmanın özgün değeridir.
Kuramsal Yaklaşım ve Yöntem: Bu projenin birincil amacı MS hastalarında ALLO düzeylerinin sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılması, ikincil amacı elde edilen verilerin oksidatif stress indeksi ve hastalığın nöroinflamatuar ve nörodejeneratif süreçleri ile ilişkisinin değerlendirilmesidir. Çalışmaya alınan olguların hastalık seyir özellikleri (RRMS; relaps- remisyon, SPMS, PPMS), ve klinik bulguları (EDSS, SDMT, 25 adım yürüme testi ve 9 delik testi) değerlendirilecektir. MS’li ve sağlıklı gönüllülerden 2 ml periferik venöz kan alınarak 1500 rpmde 10 dakika santrifüj edildikten sonra ayrılan serumlarının çalışma gününe kadar -80 °C de saklanması sağlanacaktır. Numuneler tamamlandığında analiz sırasında sadece bir kez oda sıcaklığında çözündürülecek, Tıbbi Biyokimya Araştırma Laboratuvarı’nda bulunan cihazlar eşliğinde ELİSA ve kantitatif kalorimetrik yöntem kullanılarak TAS, TOS ve ALLO düzeyleri belirlenecektir. OSI, TOS düzeyinin, TAS düzeyine oranlanmasıyla hesaplanacaktır. Son olarak elde edilen veriler ile istatiksel analiz gerçekleştirilecektir.
Önem ve Katkılar: Projeden elde edilen veriler ile ALLO düzeyleri oksidatif stres düzeyleri ile ilişkili midir? ALLO düzeyleri hastalık seyir özellikleri ile ilişkili midir? sorularına cevap aranacaktır. İn vitro çalışmaların bulgularını daha geniş sayıda ve hasta grubu ile çalışmamız, deneysel ya da az sayıda hasta grubu ile yapılmış ve analizlerde bu durumlar kısıtlılık olarak bildirilmiş çalışmalardan elde edilmiş olan verilerin sonuçlarına açıklık getirecektir. Hipotezin olumlu çıkması ALLO’nun hastalık prognozunu öngörmede bir biyobelirteç olabileceğini gündeme getirerek yeni araştırmalara öncül olabilecektir. Hipotezin olumsuz çıkması durumunda literatürde kısıtlı ve tartışmalı olan sonuçlara bir açıklama getirilebilecektir.
Yönetim: Projeyi Nöroloji ve Biyokimya disiplinlerinde çalışmakta olan bir yürütücü, bir danışman ve 3 araştırmacı gerçekleştirecektir.
Anahtar Kelimeler: Multipl Skleroz, nörodejenerasyon, nöroinflamasyon, nörosteroid, allopregnanolon, oksidatif stres indeksi
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanseri Hastalarında Trombosit Fonksiyonlarının Metastazdaki Rolünün Araştırılması ve MRP4 Gen Varyantların Yeni Nesil Dizi Analizi ile Tespit Edilmesi |
Dr. Öğr. Üyesi Gülsel AYAZ |
TÜBİTAK |
15.07.2024 |
15.07.2027 |
Trombositler başlıca tromboz ve hemostaz mekanizmalarında rol almalarına rağmen salgıladıkları mediyatörler ve hücre yüzey etkileşimleri ile yara iyileşmesi, inflamasyon, sepsis, kanser ve metastaz gibi fizyolojik ve patolojik birçok sürecin içinde yer alırlar. Metastaz sürecinde trombositlerin aktifleştiği, adeziv yüzey proteinleri ile kanser hücresine yapışıp etrafını sararak, metastatik hücrenin savunma sistemi hücrelerinden kaçtığını bildiren çalışmalar mevcuttur. Günümüzde klasik tedavi protokollerine rağmen kanserde henüz kesin iyileşme sağlayan bir tedavi seçeneği bulunmamaktadır. Bu bağlamda kanserin teşhis ve tedavisine yönelik çalışmalar büyük önem arz etmektedir. Kanser tedavisinde yaşanılan en önemli zorluklardan biri kemoterapi ajanlarına karşı direnç görülmesidir. Kanser hücreleri kemoterapötik ajanlara karşı çoklu ilaç direnci geliştirebilmekte ve bu durum tedavinin başarısız olmasına yol açmaktadır. Bu dirence sebep olan en önemli etkenlerden biri ATP bağlayıcı kaset (ABC) taşıyıcı proteinleridir. Çoklu ilaç direnci proteini 4 (MRP4) (ABCC4 geni), ATP bağlayıcı kaset (ABC) protein ailesi taşıyıcılarının bir üyesidir, substratlarının hücreden dışarı taşınmasına aracılık eder. Çeşitli kanser türlerinde MRP4 ifadesinin arttığı ve bunun ilaç dirençliliği ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Literatürde MRP4 proteininin trombosit membranında yer aldığını gösteren çalışmalar mevcuttur. Yapılan çalışmalarda cAMP’nin MRP4’ün fizyolojik substratlarından biri olduğu ve trombosit yüzey MRP4 ifade artışının, trombosit içi cAMP düzeylerini düşürerek trombosit fonksiyonlarını arttırdığına dair bilgiler yer almaktadır. Metastatik süreçte trombosit fonksiyonlarının arttığına dair bilgiler olmasına rağmen, trombosit yüzey MRP4 ifadesi ile hastalık düzeyleri arasındaki ilişki bilinmemektedir. Önerilen bu projede küçük hücre dışı metastatik akciğer kanseri (KHDMAK) ve küçük hücre dışı metastatik olmayan akciğer kanseri (KHDNMAK) hastaları arasında trombosit yüzey MRP4 proteini ifade düzeyleri arasında fark olup olmadığı araştırılacaktır. Ayrıca MRP4 proteinin fizyolojik substratı olan cAMP’nin trombosit içi seviyeleri tespit edilecektir.
Önerilen bu projede, trombosit yüzey reseptörlerinden CD41a, CD42b ve trombositlerin immün sistem ile ilişkisinde rolü olduğu bilinen CD40L ile trombosit aktivasyon belirteçlerinden CD62P proteinlerinin ifade düzeyleri akan hücre ölçer cihazında tespit edilecektir. Trombosit fonksiyonlarını ve ilişkili oldukları yolakları belirlemek amacıyla ADP, epinefrin, ristosetin, kolajen ve araşidonik asit agonistleri eşliğinde Sysmex CS-2500 cihazında trombosit agregasyon testleri gerçekleştirilecektir. Proje kapsamında ABCC4 (MRP4) (ENSG00000125257) genine ait verileri kapsamlı bir şekilde araştırmak için, moleküler alanda yeni teknolojilerden biri olarak bilinen yeni nesil dizileme (NGS) yöntemiyle hedefli DNA dizileme analizi yapmayı planladık. Önerilen bu projede KHDMAK ve KHDNMAK hastaları arasında ilk defa trombosit yüzey MRP4 proteininin klinik ilaç direnci dışındaki farklı bir yönüne odaklanarak, MRP4’ün trombosit fonksiyonları üzerine olan etkisini ve sonuçlarını kapsamlı bir şekilde araştırmayı planladık. Bu araştırma sadece akciğer kanserinde trombosit fonksiyonları, MRP4 proteini ve metastaz arasındaki ilişkinin açıklanmasında değil, aynı zamanda tümör büyüme ve malignite mekanizmalarının engellenmesinde trombositlerin rolü ve öneminin anlaşılmasında son derece faydalı olacaktır. Önerilen bu projeden elde edilecek veriler, hücresel ve gen tedavi uygulamaları alanında trombositler üzerinden tedaviye yönelik yeni stratejilerin geliştirilmesine önemli katkılar sağlayacak, trombosit hedefli immunoterapi, gen tedavisi ve aşı üretimine yönelik araştırma projelerinin temelini oluşturacaktır.
TANZİMAT VE II. MEŞRUTİYET ARASINDA TÜRKÇE İLK DOĞAL TEOLOJİ ESERLERİ VE MODERN ATEİZM ELEŞTİRİLERİNE OLASI KATKILARI |
Arş. Gör. Sümeyra TURAN |
TÜBİTAK |
04.02.2024 |
31.07.2026 |
Bu projenin konusu, Tanzimat ve II. Meşrutiyet aralığında doğal teolojinin (DT) Osmanlı Türkçesinin konuşulduğu kültürel coğrafyadaki gelişimidir. Hedeflenense; ilgili dönemde tespit edilen DT literatürünün Türkiye ve Dünya ölçeğindeki din felsefesi tartışmalarına hangi açılardan katkı yapacağını ortaya koymaktır.
Proje için yapılan ön araştırmada, DT perspektifiyle ilgili döneme dair yapılmış bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu eksikliğe karşın, ilgili dönemde içerik bakımından oldukça zengin ve ilginç bir literatürden bahsedilebilir. Örneğin, W. Paley’nin (ö.1805) ölümünden sadece kırk yıl sonra, İzmir’de “Doğal Teoloji” adlı Türkçe bir eser neşredilmiştir.
Proje, sadece tarihsel sınırlar içinde kalan bir araştırma değildir; aynı zamanda çağdaş dönemde yapılan DT tartışmalarını da belirleyebilecek potansiyele sahiptir. Zira, “yeni ateizm”in önde gelen savunucularından R. Dawkins’in bazı kitapları, büyük ölçüde DT kavramının eleştirisi üzerinedir. En bilindik iki çalışmasında Dawkins, doğrudan Paley’nin Natural Theology adlı kitabını eleştirmiştir. Dawkins gibi yeni ateistlerin klasik DT‘yi kendilerine hedef almalarından dolayı, projeye konu olan dönemdeki Türkçe DT metinlerinin, belirtilen ateist eleştirilere cevap olma olasılığı proje kapsamında üzerinde durulacak meselelerden biridir.
Tarihsel ve güncel boyutları bulunan bu projenin konusu, bu iki boyutu birlikte incelemeye imkân vereceğini düşündüğümüz metin ve söylem analizine dayanan ve felsefi bir yöntem olan Dekonstrüksiyon’a, ayrıca, nedensel-karşılaştırma, tarihsel yöntem gibi nitel araştırma yöntemlerine; ek olarak bir perspektif şeklinde değerlendirilebilecek DT’ye başvurularak çalışılacaktır.
Bu çalışma tamamlandığında ilgili döneme dair birçok tarihsel kestirimin ve tartışmanın yeniden yapılacağı, dahası bazı sahalarda oldukça radikal dönüşümlerin olabileceği öngörülmektedir. Örneğin, Tanzimat sonrasındaki yenileşme süreçleri, doğal olarak: “Edebî ve felsefî kıymeti haiz Batı’dan çevrilen ilk eser hangisidir?” gibi bir soruyu ortaya çıkarmıştır. Çok yakın zamanlara kadar bu soruya verilen cevap “1859 tarihli Muhâverât-ı Hikemiye” idi. Projenin yöntemi olan dekonstrüksiyonun metodik kuşkuculuğu ile bakıldığında, bu tarih daha geriye çekilebilir. Örneğin, “Doğal Teoloji” adlı Türkçe eser, 1843 tarihli bir felsefe metnidir. Bu model, benzer bir kuşkuculukla farklı sahalarda da kullanılabilir. Nitekim bu metinler, sadece sistematik felsefe veya din felsefesini değil; aynı zamanda tarih, sosyoloji, politika vb. sahaları da ilgilendirmesi yönüyle, bu disiplinlerdeki şemaları da yenileyebilecek bir yapıdadır.
Modern dönemde DT’nin disiplinler arası bir perspektif sunması sosyal bilimlerde yeni imkânların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Örneğin, modern politik-ekonomiye dair yazılan kitapların önemli bir kısmında tarihsel yöntem ve nedensel-karşılaştırma yöntemlerine ek olarak, DT bir perspektif olarak kullanılmıştır. (Oslington, 2018; Hengstmengel, 2023). Nitekim DT, doğa bilimlerinin verilerini yorumlaması bakımından araştırmacılara geniş imkânlar sağlamaktadır. Mesela, biyoloji, astrofizik ve kuantum fiziği gibi nicel araştırma tekniklerine dayanan disiplinlerin verileri DT perspektifiyle yorumlanabilmektedir. (Polkinghorne, 2006; 2007). Özetle DT, doğal olan her şeyden hareketle bir teoloji yapılabileceği fikriyle hareket etmektedir. Nitel araştırma yöntemlerinden metin ve söylem analizine dayanan dekonstrüksiyon ve bahsi geçen diğer yöntemler, proje için gerekli olan verilerin toplanmasında kullanılacaktır. Projede belirli bir tarihsel dönemde üretilmiş metinler ele alınacağından ve bunların birbirleriyle ve çağdaş metinlerle ilişkisi karşılaştırmalı olarak değerlendirileceğinden, bu yöntemlerin uygun olacağı düşünülmektedir.
Proje ekibi din felsefesi ve kelam sahasında çalışan araştırmacılardan ve dil bilimleri sahasında çalışmalar yürüten uzman bir danışmandan müteşekkildir. Araştırmacıların daha önce yapmış oldukları çalışmalar proje konusu ile kesişmektedir. Bu durum, projenin başarılı bir şekilde yürütülmesine imkân sağlayacaktır. Bu itibarla, oldukça uyumlu bir proje ekibi oluşturulmuştur. Proje yürütücüsü ve bursiyerlerin de katkılarıyla amaçlanan hedeflere ulaşılması öngörülmektedir.
Projenin üç farklı noktada yaygın etkisi olacağı öngörülmektedir. İlki, proje kapsamında saygın akademik dergilerde makaleler veya müstakil kitaplar yayımlanmasıdır. İkincisi, proje kapsamında alınacak bursiyerlere lisansüstü seviyede tez hazırlatılarak akademik kariyerlerinin teşvik edilmesi ve söz konusu süreç içerisinde kendilerine maddi destek sağlanmasıdır. Son olarak, proje hem kullanacağı materyaller hem de öne sürdüğü perspektif düşünüldüğünde, özgün bir karaktere sahiptir. Bu yönüyle düşünce tarihçiliği açısından yaklaşıldığında proje, Tanzimat ve II. Meşrutiyet arasında ortaya çıkan felsefi, bilimsel ve kültürel gelişmelere yeni bir perspektif sunarak ileriki bilimsel faaliyetler için de yol gösterici olacaktır.
Marshmallow Ürünlerinde Poliol ve Çözünür Lifler Kullanımı ile Mono ve Disakkaritlerin İkamesi Sonucu Düşük Kalorili ve Ketojenik Ürün Geliştirilmesi |
Prof. Dr. İbrahi̇m PALABIYIK |
TÜBİTAK |
01.09.2021 |
01.10.2023 |
Projede marshmallow ürünlerinde kullanılan karbonhidratların yerine poliol ve çözünür lif ilavesi planlanmıştır. Bu sayede amaç düşük kalorili ve ketojenik ürün geliştirilmesidir.
Chia Tohumuna Atmosferik Plazma Uygulamasının Farklı Metodlarla Elde Edilen Musilajın Teknolojik Özelliklerine Olan Etkisinin İncelenmesi |
Prof. Dr. İbrahi̇m PALABIYIK |
TÜBİTAK |
01.04.2021 |
01.11.2021 |
Chia (Salvia hispanica L.) Lamiaceae ailesine bağlı, nanegillerden tek yıllık bir bitki olan Chia bitkisinin
tohumudur. Chia özellikle besleyici değerinin yüksek olması açısından 20. yüzyılda merak uyandıran bir
bitki olmuştur. Öyle ki tohum ağırlığının yaklaşık %40'ı yağ ihtiva etmekte olup bunun %60'ını omega-3
(a-linolenic acid) oluşturmaktadır. Chia tohumu, %33,6?39,9 diyet posası içermektedir. Bu lif yapı
tohumun eksokarp (ilk üç katmanda) kısmında lokalize olmuş, diğer bir deyişle hücrenin ilk üç
katmanında yer almaktadır. Suyla temasın ardından hızla hidrate olan lifler meyvenin etrafında
transparan bir kapsül oluşturmaktadır. Yüksek molekül ağırlığında polisakkaritlerden oluşan bu chia
musilajı kendi ağırlığının 27 katı kadar su tutma özelliğine sahip bir besindir. Bu özellik Chia tohumunu,
besin sanayinde kullanılan ticari kıvam arttırıcıların yerine geçebilecek potansiyel doğal bir kıvam
arttırıcı olarak ön plana çıkarmaktadır. Ayrıca tohumun su tutma kapasitesi, şişme, jelleşme, viskoz yapı
oluşturma özellikleri de göz önünde tutularak özellikle gıda teknolojisinde viskozite ve tekstür kontrolü
sağlamak ve gıda sistemlerinde kararlılığı sağlamak için bir katkı olarak kullanılabileceği
belirtilmektedir. Musilajın yüksek sıcaklık uygulamalarında (240 °C) bozulmaması gıda proseslerinde
kullanımı için avantajlı olmasını sağlamaktadır. Öte yandan Plazma Teknolojisi gıdalarda modifikasyon,
dekontaminasyon, gıdalara ya da gıda katkılarına işlevsellik kazandırma gibi amaçlar doğrultusunda
materyallerin özellikle yüzeylerine uygulanabilen yeni bir teknolojidir. Plazma nötr parçacıklar ile denk
sayıda pozitif iyon ve negatif elektron içeren, iyonize olmuş gaz olarak da tanımlanabilir. Plazmanın bu
enerji yüklü parçacıkları uygulandığı yüzeylerdeki kimyasal bağları kırarak yüzeyde serbest radikaller
oluşmasına sebep olmaktadır. Bu da yüzeylerin farklı özellikler kazanmasıyla sonuçlanabilmektedir.
Plazma teknolojisinin materyallerin yüzey modifikasyonlarında kullanımının denenmesi son yıllarda bir
çok alanda oldukça ilgi görmüş ve başarılı sonuçlar alınmıştır. Biyomedikal alanda (endoskopi
aletlerinin) düşük sürtünme sağlayan yüzeylerin elde edilmesi, yine biyomedikal alanda (ortopedik
protezlerde) biyouyumluğun iyileştirilmesi, optikte (kontakt lenslerde) çizilme dayanıklılığının
arttırılması, mekanik alanda (kesici aletlerde) yıpranma dayanıklılığının arttırılması, tekstil endüstrisinde
ürünün boyanma derinliğinin arttırılması, gıda paketleme endüstrisinde akışkan geçirgenliğinin
azaltılması bu yüzey modifikasyonlarına örnek olarak gerçekleştirilen çalışmalar arasındadır. Bu
teknolojinin endüstrideki yerini zaman içinde almakta olduğu açıktır. Atmosferik plazma teknolojisinin
birçok alanda kullanılmasının yanında gamların modifikasyonunda da kullanılabilirliği mümkündür.
Gamlarda bu uygulama ile yapılan modifikasyon ile sınırlı sayıda çalışma olduğu görülmüştür. Bu proje
LAOS testleriyle chia musilajının doğrusal bölgede analizinin yanında doğrusal olmayan bölgedeki
davranışını da inceleyecektir ve böylece chia musilajının gerçek endüstriyel proseslerde akış davranışı
olarak nasıl davrandığı netlik kazanacaktır. Ayrıca plazma uygulamasının tohumda yarattığı değişiklikler
incelenecektir.
Tarım Atığını Değerli Ambalaj Materyaline Dönüştürme: Üzüm Posası Temelli Doğal Gellan Gam ile Geliştirilen Sürdürülebilir Biyofilm ve Kaplama Teknolojileri |
Doç. Dr. Deni̇z Damla ALTAN KAMER |
TÜBİTAK |
06.02.2024 |
06.08.2024 |
Projemizin temeli, Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü (TAGEM) AR-GE Destek Programı kapsamında desteklenen ve başarıyla tamamlanan "Pirinç ve Üzüm Atıklarından Gellan Gam Üretimi ve Gamların Çeşitli Kalite Özelliklerinin Belirlenmesi" isimli çalışmaya dayanmaktadır. Bu önceki proje, tarımsal atıkların değerlendirilmesi ve yenilikçi biyoteknolojik ürünlerin geliştirilmesi konusunda önemli bir adım olmuştur. Projemizde elde edilen gellan gam, çeşitli model gıdalarda başarıyla kullanılmış ve mükemmel reolojik özellikler göstermiştir. Bu başarı, tarımsal atıkların değerlendirilmesi ve sürdürülebilir biyoteknolojik ürünlerin geliştirilmesi alanında önemli bir adım olmuştur.
1002-B formatı, özellikle sürdürülebilir ve önceki çalışmaların devamı niteliğindeki araştırmaları desteklemektedir. Projemiz, önceki TAGEM destekli projenin bulgularını temel alarak, bu bulguları farklı bir boyuta taşımak ve daha ileri bir uygulama alanına yönlendirmek amacıyla hazırlanmıştır. Bu yeni aşamada, gellan gamın yenilebilir biyofilm ve pH hassasiyetli akıllı ambalaj materyali olarak kullanımı incelenecek olup, bu yaklaşım önceki projeden elde edilen bilgi birikimini ve tecrübeyi yeni ve yenilikçi bir araştırma yoluyla derinleştirecektir.
Önceki projede elde edilen gellan gamın düşük maliyetli ve yüksek katma değerli bir ürün olarak geliştirilmesi, bu yeni projede de devam ettirilecektir. 1002-B formatının desteğiyle, mevcut kaynakların verimli kullanımı ve sürdürülebilirlik ilkeleri gözetilerek, ekonomik ve çevresel açıdan etkin bir biyoteknolojik çözüm geliştirilecektir. Bu yaklaşım, Türkiye'nin sürdürülebilir kalkınma hedefleri ile uyumlu olup, ulusal ekonomiye ve çevre korumaya önemli katkılar sağlayacaktır.
Düşük maliyetli ve yüksek katma değerli bir ürün olarak elde edilen gellan gam, bu projede daha ileri uygulama alanlarına taşınacaktır. Bu yaklaşım, mevcut kaynakları etkin bir şekilde kullanmayı hedeflerken, aynı zamanda ulusal ve global düzeyde sürdürülebilir kalkınma hedeflerine katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Sunulan proje önerisi, yenilebilir antimikrobiyel filmler kullanarak gıdaların raf ömrünü uzatma potansiyeline ve pH hassasiyetine dayalı akıllı ambalaj teknolojileri ile et ve süt ürünlerinin bozulma süreçlerinin izlenebilmesi potansiyeline dayanmaktadır. Bu yaklaşımlar, gıda güvenliğini artıracak ve tüketici sağlığına doğrudan katkıda bulunacaktır. Ayrıca, çevre dostu biyofilmlerin kullanımı, plastik atıkların azaltılmasına ve doğal kaynakların daha verimli kullanılmasına yönelik küresel çabaları destekleyecek, çevresel sürdürülebilirliği artıracaktır. Bu nedenlerle, 1002-B formatı, projemizin amacı ve hedefleri için en uygun platformu sunmaktadır. Bu formatın desteğiyle, gıda ambalajlama teknolojisinde yenilikçi ve sürdürülebilir çözümler üretmeyi ve bu alanda ulusal ve uluslararası düzeyde önemli bir ilerleme kaydetmeyi hedefliyoruz.
Yıllık çimde (Lolium multiflorum Lam.) kromozom katlama yöntemiyle ototetraploid yerli genetik kaynak ve çeşitlerin geliştirilmesi |
Prof. Dr. Meti̇n TUNA |
TÜBİTAK |
01.10.2022 |
01.10.2025 |
Ülkemiz hayvancılığının başlıca sorunlarından biri olan kaba yem açığı son yıllarda gıda güvenliğimizi tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle farklı coğrafi bölgelerimizin ekolojik şartlarına uygun yem bitkisi tür ve çeşitlerinin belirlenmesi ve ivedilikle daha yüksek performansa sahip yeni çeşitlerin geliştirilmesi zorunluluğu vardır. Yıllık çim (L. multiforum Lam.) dünyanın ılıman bölgelerinde kaba yem (yeşil ot, kuru ot veya silaj) üretimi amacıyla en yaygın olarak yetiştirilen buğdaygil yem bitkilerinin başında yer alan bir türdür. Sağladığı avantaj ve faydalar nedeniyle yıllık çim son yıllarda ülkemizde de yaygınlaşmaya başlamış ve süt otu ya da reygrass adı ile üreticilerimiz tarafından en çok aranan buğdaygil yem bitkisi türlerinden birisi haline gelmiştir. Bununla birlikte ülkemizde yetiştiriciliği yapılan yıllık çim çeşitlerinin sadece birkaç tanesi hariç tamamı ülkemiz dışında geliştirilmiştir. Bu nedenle değişen iklim koşullarını da göz önünde bulundurarak lokal şartlarımıza daha iyi adapte olabilecek yüksek performanslı yeni yerli yıllık çim çeşitlerinin geliştirilmesi ulusal menfaatimizin bir gereğidir.
Kolkhisin gibi mutagen uygulamaları ile bitkilerde kromozom katlama yaklaşık 70 yıllık geçmişe sahip olan nispeten eski bir teknik olup, bugüne kadar doğada diploid olarak bulunan çok sayıda bitki türünde başarıyla kullanılmıştır. Elde edilen otopoliploidler genellikle orijinlendikleri diploidlerde bulunmayan farklı morfolojik, fizyolojik ve genetik özelliklere sahip olmaktadırlar. Bu değişikliklerin bir sonucu olarak poliploid bitkilerin özellikle biyokütle verimi ile biyotik ve abiyotik strese toleranslarında ciddi artışlar gözlenmektedir. Yem bitkileri poliploidi ıslahının en başarılı şekilde uygulandığı bitki gruplarının başında gelmektedir. Yıllık çim doğada 2n=14 kromozom sayısı ile diploid olarak bulunmasına rağmen bugün dünyadaki tesçilli yıllık çim çeşitlerinin %50’si bu yöntem ile geliştirilmiş olan ototetraploid çeşitlerdir. Yapılmış olan bu çalışmaların sonuçlarına göre ototetraploid çeşitlerin özellik ve performanslarının büyük ölçüde orjinlendikleri diploidlere bağlı olduğu belirlenmiştir. Bunun için kromozom katlama işleminde kullanılacak olan diploid bitkilerin hedef bölgeye adapte olmuş veya bölge şartlarında bir seleksiyondan geçmiş olması başarı için son derece kritik bir öneme sahiptir. Bununla birlikte ülkemizde bugüne kadar yıllık çim türünde yapılmış benzer bir çalışmaya rastlanmamıştır.
Sunulan araştırma projesinin amacı, USDA gen bankası aksesyonları içerisinden üstün performansları nedeniyle Tekirdağ koşullarında seçilen diploid bitkilerin polikrosu sonucu oluşturulmuş bir populasyon ile proje ortağımız olan kurum tarafından geliştirilmiş ve ülkemizin ilk yerli çeşitleri olan iki diploid yıllık çim çeşidine (EFE 82 ve ZEYBEK 19) ait genotipler üzerinde kolkhisin uygulaması ile ototetraploid bitkiler elde etmek, ve elde edilen bu genetik kaynakları kullanılarak ülkemiz şartlarına adapte olmuş üstün performansa sahip ilk yerli ototetraploid yıllık çim çeşit ve genetik kaynaklarını geliştirmektir. Proje kapsamında yapılacak olan kolkhisin uygulaması ile kromozom katlama işlemleri ve akabinde kendini toparlayıp gelişmeye devam eden bitkiler üzerinde flow sitometri ile yapılacak olan ploidi analizleri TNKÜ laboratuarlarında yapılacaktır. Elde edimiş olan ototetraploid yıllık çim genetik kaynakları üzerindeki seleksiyon işlemleri ise her iki kurum tarafından (Tekirdağ ve İzmirde) da ayrı ayrı yapılacak ve lokal şartlar için çeşit adayları geliştirilecektir. Kromozom katlama işleminin ilk defa ülkemiz ekolojik şartlarında yapılan seleksiyon sonucu oluşturulmuş diploid populasyon ve geliştirilmiş çeşitlere ait genotipler üzerinde uygulanması ve elde edilen ototetraploid genetik kaynakların çeşit geliştirmede kullanılacak olması projemizin özgün değerini oluşturmaktadır.
Proje kapsamında geliştirilecek olan genetik kaynak ve çeşitler ülkemizde bu alanda mevcut olan büyük bir boşluğun doldurulmasına, ülkemizde geliştirilecek yıllık çim çeşitlerinin uluslararası pazarlardaki rekabet gücünün arttırılmasına, kaba yem sorununun çözümüne ve ülkemiz insanlarının refahının yükseltilmesine katkı sağlayacaktır. Projemizin desteklenmesi ile TNKÜ’ de yıllık çim için optimize edilmiş olan kromozom katlama teknoljisi ülkemizin güzide kurumlarından olan proje ortağımız kuruma transfer edilmiş olacak ve teknolojiden yararlanmanın yaygınlaştırılması da sağlanmış olacaktır. Proje süresince çalışmalara katılan genç araştırıcılar ve öğrencilerin yetişmesi ve deneyim kazanmaları sağlanacaktır. Proje sonucunda elde edilen sonuçlar ulusal ve uluslararası bilimsel toplantılarda sunularak ve alanında prestijli dergilerde yayınlanarak alanda çalışan araştırıcılar ile paylaşılacak ve böylece ülkemizin evrensel bilime katkısı da sağlanmış olacaktır.
Flow Sitometri ile Yıllık Çim Gen Bankası Aksesyonlarının Çekirdek DNA Ġçeriklerinin Belirlenmesi ve Ploidi, Taksonomik TeĢhis ve Safiyet Düzeylerinin Belirlenmesinde Kullanımı |
Prof. Dr. Meti̇n TUNA |
TÜBİTAK |
01.05.2021 |
30.04.2022 |
Çimler (Lolium sp.) dünyanın ılıman bölgelerinde en yaygın olarak yetiştirilen başlıca yem bitkileridir. Uygun şartlarda çim bitkilerinin verimi, hazım olabilirliği ve besleme değeri diğer buğdaygil yem bitkilerinden yüksektir. Ülkemizde çim deyince genellikle yeşil alan karışımlarında kullanılan çok yıllık çim akla gelmektedir. Bununla birlikte son yıllarda süt hayvanlarının süt verimini ciddi miktarda arttırması nedeniyle süt otu adı ile de bilinen yemlik yıllık çim (annual ryegrass) tarımı hızla gelişmektedir. Bugün ülkemizde bulunan yıllık çim çeşitlerinin 2-3 tanesi dışında tümü yurt dışı menşelidir. Bu yüzden ülkemizde çim genetik kaynak kolleksiyonu oluşturarak yerli çim çeşitlerinin geliştirilmesi çalışmalarına hız verilmelidir. Yıllık çim türü 2n=14 olan doğal kromozom sayısı ile diploid bir bitkidir. Ancak tetraploidlerin yem bitkisi olarak sağladıkları avantajlar nedenleriyle poliploidi çim ıslahında önemli bir ıslah metodudur. Bu yüzden gen bankası aksesyonları hem diploid hemde poliploid genetik materyalleri içermektedir. Bununla birlikte ıslah programı başlatmak amacıyla yurt dışı gen bankalarından temin edilmiş olan aksesyonlara ait tohum paketleri üzerinde yer alan etiket bilgileri arasında ploidi bilgisi yer almamaktadır. Bu nedenle çim genetik kaynak koleksiyonlarının bir ıslah projesine dahil edilmeden önce ploidi düzeylerinin belirlenmesi zorunludur. Aksi halde kromozom sayılarındaki farklılıklar uyuşmazlıklara sebebiyet verecek ve ıslah çalışmalarının başarıya ulaşamamasına neden olacaktır. Bu durumda ıslahçıların zaten kıt olan zaman, emek ve maddi kaynaklarının heba olmasına neden olmaktadır. Buna ek olarak gen bankası materyalleri morfolojik benzerlikler nedeniyle yakın akraba türleri de içermektedir. Benzerlik ve tür sayısının fazla olmasından dolayı bu tür karışıklıkların (farklı ploidi ve tür) yem bitkileri kolleksiyonlarında daha yaygın olduğu bilinmektedir. Sunulan bu araştırma projesinin amacı Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesinde bir yıllık çim ıslah programı başlatmak amacıyla yurt dışı gen bankalarından temin edilmiş olan yaklaşık 150 çim aksesyonunun çekirdek DNA içeriğini flow sitometri yöntemiyle belirlemek ve elde edilen bilgiyi aksesyonların ploidi düzeyi, taksonomik teşhisi ve safiyetlerinin belirlenmesinde kullanmaktır. Flow sitometri bu amaçla kullanılan en yeni ve güvenilir metottur.
Türkiye Polygala L. (Polygalaceae) Cinsinin Biyosistematik Ve Kemosistematik Yaklaşımla Taksonomi, Filogeni ve Filocografyası |
Prof. Dr. Meti̇n TUNA |
TÜBİTAK |
15.03.2019 |
15.02.2023 |
Bu projenin amacı Türkiye’deki Polygala L. (Polygalaceae) taksonları üzerinde yapılacak çalışma ile klasik taksonomi, kemotaksonomi ve filogenisini çalışmaktır. Proje kapsamında Türkiye’de yetişen taksonların populasyonları arazide incelenecek, çalışmada izleyeceğimiz yöntemler için gerekli bitki materyali toplanacak ve proje içeriğinde verilen çalışmalar yapılacaktır.
Türkiye’de 17 doğal ve bir kültür bitkisi olarak toplam 18 Polygala türü yaşamaktadır. Doğal türlerden ikisi iki ayrı alttür ile temsil edilmektedir ve toplam 20 taksonun beşi endemiktir. Polygala taksonları üzerinde kapsamlı bir taksonomik araştırma yapılmamıştır. Son zamanlarda yapılan yeni tür yayınlarından Türkiye doğasının bu cins bakımından yeterince bilinmediği ve hem arazide hem de laboratuvar araştrımalarına, literatür temelinde de kuramsal bilgilerin revizyona ihtiyacı olduğu açıktır. Türkiye’deki Polygala türleri küçük ve otsu biçimli bitkiler olup, halk arasında çok bilinmeyen ve yaygın kullanımları olmayan bitkilerdir. Bununla birlikte tıbbi bakımdan çok değerli ve özellikle Avrupa ve Çin’de tıbbi amaçlı kullanımları olan bitkilerdir. Türkiye’deki Polygala taksonları tıbbi özellkleri bakımından çok az araştırılmıştır.
Proje kapsamında Türkiye’nin hemen her yerinde yapılacak arazi çalışmaları ile tüm türlerin farklı populasyonlarından çiçekli ve meyveli örnek toplanacaktır. Arazi çalışmalarında bitki örnekleri projede izlenecek araştırma yöntemlerinin gerektirdiği kurallara uygun olarak toplanacak, laboratuvar çalışma materyalleri alınacak, kayıtları tutulacak ve fotoğrafları çekilecektir.
Bu proje çalışmasında, morfolojik, fitokimyasal, moleküler (nrITS, matK, trnL intron, ve trnL-trnF ara bölge), anatomik, palinolojik, sitolojik, çalışmaları ile tüy ve tohum morfolojisi incelenecektir. Elde edilen veriler ile cinsin taksonları numerik taksonomi ve moleküler filogenik ilişkileri bakımından analiz edilecektir. Morfolojik çalışmalar ve arazi gözlemleri yanında herbaryum ve literatür verileri de birleştirilerek cinsin klasik taksonomisi ve filogenetik ilişkisi biyosistematik bir yaklaşımla analiz edilecektir.
Morfolojik çalışmalarda kullanılan ve taksonlara ait tüm taksonomik değeri olan karakterler belirlenecek, bu karakterlere dayalı numerik taksonomi çalışması yapılacaktır. Arazi çalışmaları ile taksonların populasyon büyüklüğü ve tehlike durumları dikkate alınarak eczacılık çalışmaları için en az miktarda toprak altı ve toprak üstü örnek alınacaktır. Proje kapsamında taze toplanmış çiçekli örneklerde polen morfolojisi, ışık mikroskobu ve SEM ile çalışılacaktır. Ayrcıa tüy ile tohum morfolojisi ışık mikroskobu ve SEM ile çalışılacaktır. Toplanan her bir populasyona ait tohumlar viyollere ekilerek fideler elde edilecek ve her populasyon için 5 adet tek bitki üzerinde flow sitometri yöntemi ile çekirdek DNA analizi yapılacaktır. 2C çekirdek DNA içeriği farklı olan her gruptan bir bitkinin mitotik kromozomları sayılarak taksonların çekirdek DNA içeriği ile kromozom sayısı (ploidy düzeyi) ilişkilendirilecektir. Feulgen yöntemiyle preparatlar hazırlanarak taxonların kromozom morfolojisi incelenecek ve karyotip analizi yapılacaktır.
Türkiye’den bilinen 17 tür, ve proje kapsamında keşfedilecek ya da ülkemiz için yeni kayıt olası tüm taksonların arazi araştırmaları ile Polygala cinsi için önemli bilimsel verilerin elde edileceğini öngörmekteyiz. Bu verilerin uygun yöntemlerle analizi ile cinsin taksonomisi, fitokimyası, filogenisi, filocoğrafyası ve biyolojisi (morfoloji, palinoloji, tüy ile tohum morfolojisi, sitoloji) üzerinde önemli bilimsel veriler sağlanacaktır. Elde edilecek tüm arazi ve laboratuvar verileri, literatür verileri ile de birleştirilerek biyosistematik bir yaklaşımla Türkiye’de doğal olarak yaşayan Polygala taksonlarının, taksonomisi ve filogenisi daha iyi hale getirilecektir. Laboratuvar çalışmaları ile cinsin Türkiye taksonlarının biyolojisi aydınlatılacaktır. Tıbbi bakımdan önemli olan bu cinsin Türkiye taksonları ayrıntılı olarak çalışılacak, fitokimyası aydınlatılacak ve olası yeni bileşikler, tıp dünyasının hizmetine sunulacaktır.
Yabani ayçiçeği türleri ve türlerarası melezlerin DNA içerikleri ve ploidi seviyelerinin akış sitometri yardımıyla belirlenmesi ve bazı önemli verim öğeleri açısından incelenmesi |
Prof. Dr. Meti̇n TUNA |
TÜBİTAK |
15.10.2019 |
15.10.2023 |
Yabani ayçiçeği türleri ve türlerarası melezlerin DNA içerikleri ve ploidi seviyelerinin akış sitometri yardımıyla belirlenmesi ve bazı önemli verim öğeleri açısından incelenmesi
Biyoinformatik ve moleküler yaklaşım ile plastik bozunumunda etkili yeni enzimlerin bulunması ve karakterizasyonu |
Doç. Dr. Yusuf SÜRMELİ |
TÜBİTAK |
15.10.2024 |
15.10.2026 |
Günümüzde 50 yılı aşkın bir süredir kullanılagelen ve alternatifi olan ahşap, metal gibi malzemelere sahip oldukları hafiflik, esneklik, çeşitlilik, kolay modifiye edilebilirlik gibi karakteristik özellikleri ile üstünlük sağlayan plastikler çevresel açıdan önemli bir sorun haline gelmiştir. Bu çalışmada yaygın olarak kullanılan iki plastik çeşidi olan polietilen tereftalat (PET) ve poliüretan (PUR) bozunumunda etkili olan yeni enzimlerin bulunması amaçlanmaktadır. Yapılan literatür araştırmalarına göre hidrolize edilebilen gruplar içeren PET ve PUR plastikleri için etkili olabilecek enzim grupları karboksilesteraz, lipaz, kütinaz, PET hidrolaz, MET hidrolaz ve amidazlardır. Önerilen bu proje kapsamında UniProt veritabanından bu enzimlere ait gözden geçirilmemiş diziler indirilecek ve plastik bozunumundaki potansiyelleri değerlendirilecektir. Literatürde bu amaca yönelik farklı çalışmalar yer alsa da bu çalışmada önerildiği gibi UniProt veritabanından dizilerin eldesine yönelik bir çalışma bulunmamaktadır. UniProt veritabanındaki gözden geçirilmemiş dizilerin kullanılması keşfedilmemiş bir potansiyelin ayrıntılı analizini sağlayacaktır.
Proje toplamda 24 ay sürecek 5 iş paketinden oluşmaktadır. İlk 3 iş paketi ilgili dizilerin indirilmesi, fizikokimyasal özelliklerinin belirlenmesi (Tm, alifatik indeks, instabilite indeksi, vb), homoloji modelleme ve hedef substratlar ile moleküler yanaştırma (docking) çalışmaları gibi in silico çalışmaları içermektedir. İlk üç iş paketi sonunda belirlenen kriterlere göre her bir plastik çeşidi için ikişer adet olmak üzere toplamda dört enzim dizisi seçilecek ve enzimleri kodlayan genler sentez ettirilecektir. İş Paketi 4 ve 5 deneysel çalışmaları içermekte olup, enzimleri ekspresyonu, saflaştırma, aktivite ve karakterizasyon çalışmalarını içermektedir. Projede iki araştırmacı (Doç. Dr. Yusuf Sürmeli ve Dr. Öğr. Üyesi Nurcan Vardar-Yel), iki adet de yüksek lisans bursiyeri görev alacaktır. Doç. Dr. Yusuf Sürmeli moleküler yanaştırma, homoloji modelleme, enzimlerin saflaştırılması ve ekspresyonunda; Dr. Öğr. Üyesi Nurcan Vardar-Yel ise dizilerin seçilimi, enzim karakterizasyonu ve aktivite tayinlerinde görev alacaktır. İş Paketi 4 ve İş Paketi 5’te yer alan deneysel çalışmalarda bursiyerlerden destek alınacaktır. Proje sonunda 2 adet SCI makale, 1 adet uluslararası bildiri yayınlanması, 2 adet yüksek lisans tez çalışmasının tamamlanması planlanmaktadır. Proje süreci ve çıktılarının tanıtımı amacıyla bir web sayfası hazırlanması planlanmaktadır.
Obezitenin Erken Dönemde Teşhisi için Yüksek Seçimlilik ve Duyarlılığa Sahip Tek Kullanımlık Biyosensör Sistemlerinin Geliştirilmesi |
Doç. Dr. Eli̇f Burcu AYDIN |
TÜBİTAK |
15.11.2021 |
15.11.2022 |
Obezite vücudun aşırı şekilde yağlanması sonucu görülen, sadece kozmetik bir problem değil aynı zamanda birçok hastalığa yakalanma riskini de arttıran karmaşık bir tıbbi sorundur. Pandemi öncesinde obezite vakalarında neredeyse tüm ülkelerde belirli bir artış trendi gözlemlenmekteydi, bu trendin yaşanan pandemi (COVID-19) sonrasında evlere kapanan ve nispeten daha hareketsizleştiğimiz dönemde, dünya çapında daha hızlı bir şekilde artış göstereceği düşünülmektedir. Obezite, başta tip-2 diyabet, koroner kalp hastalığı ve belirli kanser türleri olmak üzere bir dizi kronik hastalık için en önemli risk faktörüdür.
Obezitenin en temel nedeni besinlerle birlikte vücuda alınan enerjinin metabolizma ve fiziksel aktivitelerle birlikte harcanan enerjiden fazla olması ve buna bağlı olarak artan enerjinin yağ şeklinde depolanmasıdır. Obeziteye yol açan enerji fazlalığı sağlıksız veya dengesiz beslenmeye bağlı olarak oluşabileceği gibi bazı genetik yatkınlıklar da obezite hastalığının temelini oluşturabilir. Obezite klasik olarak vücut kitle indeksine (Body Mass Index-BMI) göre tanımlanır. Bugüne kadar, obezitenin klinik teşhisi, büyük ölçüde BMI ölçümü ve bel çevresinin basit ölçümle sınırlandırılmıştır. Ancak BMI'nin bireysel düzeyde obeziteyi teşhis etmede bazı önemli sınırlamaları vardır. Obezitenin önlenmesi, teşhisi ve tedavisi obeziteye bağlı komplikasyonların önlenmesi açısından önemlidir. Yaşam koşullarını olumsuz etkileyen obezite ile ilişkili potansiyel biyobelirteçlerin belirlenmesi ve analizi, hastalığın erken teşhisi için çok faydalı olacaktır. Leptin, adiponektin ve resistin gibi belirli adipokinlerin obezite majör yolları arasında önemli rolü vardır. Yapılan çalışmalar resistin biyobelirtecinin obezitenin erken teşhisi için potansiyel belirteç olduğunu ve leptin, adiponektin ve diğer biyobelirteçlerin obezitenin erken teşhisi için sınırlı potansiyel kullanıma uygun olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda, resistin biyobelirtecinin hızlı, ekonomik ve güvenilir bir şekilde ölçümü obezitenin klinik teşhisinde ve tedavisinde oldukça önemlidir. Literatürdeki çalışmalar incelendiğinde, obezitenin biyobelirteçlerinin tayinine yönelik çok az sayıda çalışmalar bulunmaktır ve yapılan çalışmalarda resistin biyobelirteci sıklıkla enzim-bağlı immunosorbent assay (ELISA) kullanılarak yapılmaktadır. Bu proje ile teşhisi hedeflenen resistin biyobelirteci ile daha önce bir biyosensör geliştirilmemiştir ve resistin biyobelirtecinin obezitenin erken teşhisi için potansiyel belirteç olduğu düşünülürse geliştirilecek düşük maliyetli, hızlı ve güvenilir biyosensör ile literatüre yeni bir bilgi kazandırılmış olacaktır.
Proje kapsamında sentezlenmesi planlanan iki epoksi grubu taşıyan monomer ve yarı iletken polimer ilk defa bu çalışmada sentezlenecek ve yine ilk defa biyosensör sistemlerinde ara yüzey materyali olarak kullanılacaktır. Ayrıca kullanılması hedeflenen yarı iletken polimerde bulunan çoklu epoksi grupları sayesinde elektrot yüzey alanının artması beklenmektedir. Proje kapsamındaki iş bölümlerinden ilkinde biyotanıma materyallerinin kolay bir şekilde bağlanabileceği epoksi yan gruplara sahip monomerin sentezi ve kimyasal karakterizasyonu yer almaktadır. İş planı dahilinde ikinci olarak elektropolimerizasyon ile polimer ve kopolimer kaplanmış çalışma elektrotlarının üretimi ve optimizasyonu gerçekleştirilecektir. Daha sonra biyosensör üretim basamakları elektrokimyasal, morfolojik ve analitik olarak karakterize edilecektir. Ayrıca üretilen biyosensörlerin çalışma performanslarını değerlendirmek için birçok test (tekrarlanabilirlik, tekrar üretilebilirlik, rejenerasyon vb.) gerçekleştirilecektir. Son olarak üretilen biyosensörlerin gerçek serum örneklerinde uygulaması yapılarak gerçek hayatta kullanılabilirliğinin ölçüsü test edilecektir ve elde edilen sonuçlar ELISA testi sonuçları ile karşılaştırılacaktır.
Süt Sağım Robotlarında Meme Ucunun Derin Öğrenme Yöntemiyle Tespiti |
Prof. Dr. Erkan GÖNÜLOL |
TÜBİTAK |
01.11.2024 |
31.03.2026 |
Süt sığırcılığında robotlu sağımla her ne kadar daha fazla ve daha kaliteli süt elde edilse de bu sistemlerin de kendine özgün problemleri mevcuttur. Bunlardan en önemlisi sağıma kabul edilen ineklerin meme ucu konumlarının belirlenememesi ve sağım başlıklarının doğru ve kısa sürede takılamamasıdır. Sağım öncesindeki işlemlerin (yıkama ve başlık takma) uzunluğu, sağımın optimum sürede tamamlanamamasına neden olur. Manipülatör ve uç işlevcisi, ineğin meme temizliğinden sağım başlıklarının meme uçlarına yerleştirilmesine kadar geçen süreyi ne kadar kısa sürede ve doğru bir şekilde tamamlarsa, asıl sağım için o kadar zaman kalır. İneklerin kabin içinde kalma süresinin kısalmasıyla, ineğin verebileceği sütün neredeyse tamamı sağılabilir ve ayrıca günlük sağım sayısı ve/veya ortalama sağım sayısı artar, yani başka deyişle robotun verimliliği yükselir. Günümüzde ticarileşmiş robotik sistemlerin büyük bir çoğunluğunda meme başı algılaması lazer sistemiyle yapılmaktadır. Sistemde lazer şeridinin memeye denk gelen konumunu saptamak ve ineğin kabin içerisindeki hareketlerini tespiti için ayrıca bir kamera da kullanılmaktadır. Bu sistemlerde bir seferde yalnızca bir meme başı algılanabilmektedir. Dört meme başlığı takılıncaya kadar işlem tekrarlanmakta ve sağım işlemine başlayana kadar yaklaşık iki dakika süre geçmektedir. Tüm meme uçlarının aynı anda ve en kısa sürede tespit edilmesi için iyi bir tarama mekanizması ve hassas bir görüntü işleme algoritması gerekmektedir. Bu amaçla, projede derin öğrenme yöntemi kullanılarak tüm meme uçlarının aynı anda tespitinin gerçekleştirilmesine karar verilmiştir. Son yıllarda, derin öğrenme yöntemleri nesne algılama problemlerinin çözümünde en etkili yöntemlerden biri olarak kabul edilmektedir. Sağım robotunun çalışma koşulları genellikle kirli ve loş ışıklı ortamlarda gerçekleştiğinden, derin öğrenme algoritmaları meme uçlarını tespit etmek için pratik ve sağlam bir seçenek olarak değerlendirilmektedir. Dünyada bu konuda yapılan çalışmaların tamamı teorik ve laboratuvar ölçeklidir. Projenin çiftlik ortamında ve gerçek sağım koşullarında yapılacak olması en önemli özgün değerini oluşturmaktadır. Araştırmada, endüstriyel derinlik kamerası kullanılarak, çiftlik ortamında gerçek zamanlı inek meme uçlarının koordinatlarını tespit edilecek ve otonom sağım işlemi gerçekleştirilecektir. Renk uzayında meme uçlarının algılanması ve sınıflandırılması için YOLOv7 derin öğrenme algoritması kullanılacaktır. Renk uzayında algılanan meme ucu konumlarının derinlik bilgilerinden yararlanılarak 3B uzayda koordinatları hesaplanacaktır. Tespit edilen meme ucu koordinatları, sağım robotu ile entegre edilerek, uçtan uca otomatize edilmiş bir şekilde sağım işlemi yapılacaktır. Sağım öncesi sürenin 2 dakikalardan 1,5 dakikaya düşürülmesi sağlanacaktır. Bu sürenin kısalması ve otomatize edilmiş doğru sağım tekniği ile daha az stresli bir süt sağım süreci elde edilerek hayvan refahı arttırılacaktır. Hızlı ve doğru meme ucu tespitiyle robot başına günlük sağılan hayvan sayısı 60’a ve robotta sağılan sürünün günlük ortalama sağım sayısının 2,8’e çıkartılacaktır.
Yapay zeka yöntemleri ile SARS-CoV-2 için epitop tahmini |
Doç. Dr. Pinar CİHAN |
TÜBİTAK |
01.08.2021 |
01.08.2022 |
Makine öğrenmesi ve yapay zeka algoritmaları ile SARS-CoV-2 teşhisi konulan hastaların ölüm tahmini, enfeksiyon yayılmasının modellenmesi, gelecekteki etkilerinin belirlenmesi üzerine çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Ayrıca tıbbi görüntü analizi ile teşhis ve tedavi sonuçlarına yönelik çalışmalar da literatürde mevcuttur. Ancak günümüzde ilaç ve aşı geliştirme süreçlerini hızlandırmak için in silico çalışmalara ihtiyaç vardır. Yapılan sınırlı sayıda çalışma ya protein sekanslarının biyoinformatik araçları ile analiz edilmesine ya da sekans özellikleri kullanılarak tahmin yapılmasına dayanmaktadır. Önerilen epitop bölgelerinin aşı ve ilaç adayı olarak önerilebilmesi için daha yüksek doğrulukta tahminlere ihtiyaç duyulmaktadır. Projenin özgün değeri, SARS-CoV için ispatlanmış verilerde, fizyo-kimyasal ve sekans tabanlı özellikleri, öznitelik mühendisliği ile bir arada kullanmak ve SARS-CoV-2 için yeni ve başarılı bir hibrid yapay zeka yöntemi önermektir. Böylelikle çalışmadan elde edilen bulguların aşı ve ilaç geliştiren uzmanlar tarafından ilk aşamada kullanılarak etkinlik ve zamansal açısından katkı sağlayacağı öngörülmektedir.
Sayısal Görüntü İşleme Teknikleri ile Hayvan Retina Görüntülerinden Biyometrik Kimliklendirme ve Hastalık Teşhisi |
Doç. Dr. Pinar CİHAN |
TÜBİTAK |
01.11.2021 |
01.11.2024 |
Proje Özeti
Ülkemizde ve tüm dünyada hayvanlarda kimliklendirmenin amacı, hayvanların tanımlanması, kayıt altına alınması, hayvan hastalıklarının ve hareketlerinin etkin olarak kontrolünün sağlanması, hayvancılık desteklemeleri, sağlık, ıslah ve istatistik ile ilgili kayıtların yapılmasıdır. Çiftlik hayvanlarının takibi, izlenmesi ve her birinin kimliklendirilmesi sosyoekonomik açıdan oldukça önem arz etmektedir. Gıda güvenliği ve Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü gibi birçok uluslararası kuruluş, kimliklendirme ve izlenebilirlik sistemlerinin önemini kabul ederek bu sistemlerin geliştirilmesini aktif olarak desteklemektedir. Ülkemizde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, 2002 yılında büyükbaş hayvanlarda, 2010 yılında ise küçükbaş hayvanlarda küpeleme ve kayıt işlemlerini başlatmıştır.
Hayvan kimliklendirmede metal küpeler, esnek plastik küpeler ve elektronik kimliklendirme için deri altına enjekte edilen pasif RFID (radyo frekanslı tanıma sistemi) etiket ve rumen bolusları yoğun olarak kullanılmaktadır. Kulak küpesi kullanımı, hayvanlarda hem acı ve strese hem de doku reaksiyonu ve enfeksiyona neden olan rutin uygulamalardan biridir. Küpeleme sonrasında oluşan kulak yaraları, küpe kaybına neden olabilmekte ve yeniden küpeleme ihtiyacı doğurabilmektedir. Küpelerin kaybolması sonucunda küpelerin başka yetiştiriciler tarafından bulunarak kullanılması çeşitli usulsüzlüklere yol açabilmektedir. Küpe kayıplarından dolayı hayvanın yeniden kimliklendirilmesi maliyeti arttırırken, hayvanda tekrar stres yaratmaktadır. Oluşan bu stres hayvanların yem tüketimini ve dolayısıyla genç hayvanlarda büyüme hızını olumsuz etkilemektedir. Deri altına enjekte edilen RFID’ler veya rumen boluslarını kullanmak uzmanlık gerektirmektedir. Bunların aparatların uygulanması esnasında çeşitli organ ve dokularda hasar oluşabilmekte hatta uygun sağaltım yöntemleri ile tedavi yapılmaz ise ölümlerin şekillenmesi kaçınılmaz olabilmektedir.
Ülkemizde hayvanların tanımlanması, tescili ve izlenmesi için kulak küpesi kullanılmaktadır. Aslında bu yöntemle hayvanların takibi değil, hayvana takılı cihazın takibi yapılmaktadır. Bu da kayıp, takas, replikasyon, hırsızlık gibi durumları ortaya çıkarmakta ve bazı sahtekârlıkların yapılmasına olanak sağlamaktadır. Bu problemlerden dolayı hayvancılıkta kullanılan geleneksel kimliklendirme yöntemlerinin yerini biyometrik kimliklendirme sistemlerine bırakması önemli bir gerekliliktir. Retina kan damar deseni, canlılarda eşsiz ve belirgin bir biyometrik özellik olup doğumdan itibaren var olan ve canlının yaşamı boyunca değişmeyen retinal damarların dallanma şekillerinin incelenerek sonrasında kimliklendirme yapılması esasına dayanmaktadır.
Bu projenin amaçları; (1) Taşınabilir dijital fundus cihazı ile sığırlardan retina görüntüleri toplamak. (2) Veri tabanı oluşturmak. (3) Farklı sayısal görüntü işleme tekniklerini kullanarak retina görüntülerinde kan damarı desenini çıkarmak. (4) Retina damar deseninin Türkiye'deki sığırlar için benzersiz bir biyolojik kimlik kartına sahip, özgün ve alternatif yeni bir biyometrik kimliklendirme sisteminin kullanılabilirliğinin ortaya çıkarılmasıdır. (5) Diyabet, diyabetik retinopati, yaşa bağlı makula dejenerasyonu, glokom ve kardiyovasküler hastalıkların retina görüntüleri üzerindeki etkilerini incelemek. (6) Retina görüntüleri yardımıyla hayvanların hastalıklı ve sağlıklı ayrımına olanak sağlayan bir tanı sistemi geliştirmek. (7) Geliştirilen uygulamanın internet ortamında çalışacak web arayüzünün oluşturulması.
Ülkemizde sayısal görüntü işleme yöntemi kullanılarak retinal görüntülerin kimliklendirme için kullanılabilirliği ve hangi hastalıkların damar deseninde bozulmaya sebep olduğu henüz araştırılmamıştır. Ayrıca retina taraması ve kimliklendirmenin yapılacağı bu çalışma, farklı disiplinleri bir araya getirerek multidisipliner bir çalışma olacaktır.
İnsan ince bağırsak hücre kültürü modelinde (Caco-2) glüten sonrası oluşan hücresel hasarın onarımında probiyotiklerin etkilerinin moleküler düzeyde araştırılması |
Dr. Öğr. Üyesi Çağlar DOĞUER |
TÜBİTAK |
16.09.2019 |
16.09.2021 |
Günümüzde, çölyak hastalığı (ÇH) için en etkili ve tek tedavi yöntemi sıkı ve ömür boyu glütensiz diyet ile beslenmedir. Glütensiz gıdalara erişimin sınırlı ve pahalı olması, vitamin ve mineral içeriklerinin yetersiz ve lezzetsiz olması ve aynı zamanda kişilerde oluşturduğu sosyo-psikolojik baskılar nedeniyle glütensiz bir yaşam tarzını benimsemek ve sürdürmek neredeyse imkansız olmaktadır. Tüm bu sebeplerden dolayı, ÇH’nin tedavisinde yeni alternatif tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi gerekmektedir.
Her geçen gün sayısı giderek artan kanıtlar, bağırsaklarımızda yaşayan mikroorganizların (mikrobiyom) çeşitliliğinde veya sayılarında meydana gelecek bir dengesizliğin (disbiyoz), ÇH’nin patogenezini etkileyen önemli bir çevresel faktör olduğunu göstermektedir. Son yıllarda yapılan birçok araştırma sonuçları, bazı probiyotik türlerinin glütene karşı oluşturulan bağışıklık yanıtını baskıladığını, glütenin toksik etkisini azaltabildiğini ve bağırsak bariyer işlevini iyileştirebildiğini göstermiştir. Ancak bu probiyotiklerin ÇH’nin patogenezi üzerindeki temel etki mekanizmalarının daha iyi anlaşılabilmesi ve daha etkili farklı probiyotik bakteri suşlarının tanımlanabilmesi için daha çok çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu amaçla Namık Kemal Üniversitesi tarafından desteklenen bilimsel araştırma projesi kapsamında, ev yapımı fermente süt ürünleri kefir ve yoğurttan izole edilen bakteriler tanımlanarak probiyotik özellikleri değerlendirilmiştir. Ancak yeni tanımladığımız bu potansiyel probiyotik özellikteki bakterilerin fizyolojik olarak insan sağlığı üzerindeki etkileri bilinmemektedir. Sunmuş olduğumuzu bu proje kapsamında amacımız, probiyotik özellikleri tarafımızdan yeni tanımlanmış (Acetobacter ghanensis; kefir) ve probiyotik olarak bilinen (Lactobacillus delbrueckii subsp. bulgaricus; yoğurt) bakterilerin insan bağırsak epitel hücrelerinde glüten-nedenli oluşan hasarın azaltılmasında, önlenmesinde ve onarımında önemli bir rol oynadığı hipotezini moleküler düzeyde araştırmak olacaktır.
Hipotezimizi test edebilmek için, insan bağırsak epitel hücreleri (Caco-2) ve insan periferal kan mononükleer (PKMH) hücreleri birlikte eş-kültürü yapılarak in vivo sisteme benzer bir in vitro model oluşturulacaktır. PKMH’ler, genetik olarak yatkınlığı olan ve klinik bulgular temelinde çölyak tanısı konulan hastaların periferal kan örneklerinden izole edilecektir. Glüten hassasiyeti olan bu immün hücreler ile bağırsak epitel hücrelerinin eş-kültürü projemizi özgün kılmaktadır. Genel hatlarıyla hücrelerde gliadine bağlı hücresel yanıtın oluşumu sağlandıktan sonra probiyotiklerin hücrelerde oluşan yanıtı düzenleyici fonksiyonları araştırılacaktır. Ayrıca probiyotiklerin azot kaynağı olarak sadece glüten içeren özel bir besi yerinde büyütülmesiyle glüteni parçalama yetenekleri araştırılacaktır.
Bu proje, çölyak hastalarına umut olabilecek yeni bir tedavi yöntemi geliştirilmesinde ve bundan sonraki kariyer planımız için öncü bir adım olarak in vivo hayvan modelli Ar-Ge projelerimizin hayata geçirilmesine ışık tutacak ve bulgularımızı daha da güçlü kılacak klinik araştırmalara yönelmemizi sağlayacaktır. Probiyotik özelliklerini tarafımızdan yeni tanımlanmış ve probiyotik özellikleri bilinen bakterilerin fizyolojik olarak etki mekanizmaları: 1) bağırsak epitel hücrelerindeki hasarı azaltıcı, önleyici veya iyileştirici etkisi, 2) inflamasyonu baskılayıcı etkisi, 3) glüten peptidlerini parçalayıcı özellikleri moleküler düzeyde gösterilecektir. Elde edilecek bu sonuçlar, ÇH’nin ortaya çıkışının ve şiddetinin azaltılması amacıyla bu probiyotiklerin gıda ve sağlık alanında geliştirilecek yeni ürünlerde kullanılması ile birlikte ekonomik açıdan ülkemize katkı sağlayacaktır. Projemiz aynı zamanda yüksek lisans öğrencilerimizin deneysel ve bilimsel anlamda tecrübe kazanmasına katkıda bulunacak ve bu sayede yeni araştırmacılar yetiştirilmesine olanak sağlayacaktır.
Gps Bağlantısı Olmayan Yapısı Belirsiz Ortamlarda, Çoklu Sensörlü Ayrışık Robotlar ile Hızlı Ve Kararlı Felaket Yönetimi İçin İleri Seviye Otonom Teknolojilerinin Geliştirilmesi: Sahada İnsan-Robot Etkileşimi, Çoklu-Robotlar ile Keşif için Dönüştürücü Tabanlı Derin Öğrenme Modellerini Kullanarak Harita Birleştirme Ve Nesne Arama |
Doç. Dr. Emrehan YAVŞAN |
TÜBİTAK |
01.04.2024 |
01.10.2026 |
Deprem, sel ve yangın gibi doğal afetler ile maden çökmeleri hem çevre hem de insanlar üzerinde yıkıcı etkiler oluşturur. Bu olaylarda, hasarın hızlı bir şekilde değerlendirilmesi ve uygun eylemlerin atılması için etkili bir felaket yönetimi hayati önem taşır. Bu araştırma, ayrışık robotlar ile GPS bağlantısı olmayan yapısı belirsiz ortamlarda arama-kurtarma çalışmaları için ileri seviye otonom teknolojilerinin gelişmesine odaklanmıştır.
GPS bağlantısı olmayan yapısı belirsiz ortamlar; doğal kanyonlar, kısmen yıkılmış binalar, maden tünelleri, yeraltı istasyonları veya doğal mağaralar gibi sınırlı veya hiç iletişim imkânı olmayan, karanlık, tozlu ve tehlikeli arazi koşulları, merdivenler, çıkıntılar, dar geçitler, çökme nedeniyle tıkanmış geçitler ve engellere gibi pek çok zorlukla karşılaşabilen ortamlardır. Bu ortamlar bazı felaketlerde birkaç kilometre boyunca uzanabilmektedir. Bu ortamlarda arama kurtarma çalışmalarının hızlı, etkili ve güvenilir bir şekilde yapılabilmesi için hem İnsansız Hava Araçlarını (İHA’larını) hem de İnsansız Yer Araçlarını (İYA’larını) içeren ayrışık mobil robotların birlikte kullanılması gereklidir. Ayrıca, bu koşullar altında sadece aydınlık ortamda çalışabilen kamera ile güvenilir sonuçlar alınamaz. GPS bağlantısı olmayan yapısı belirsiz ortamlarda, çoklu sensörlü robotlar ile çalışılması gereklidir.
Bu projede, GPS bağlantısı olmayan yapısı belirsiz ortamlarda, çoklu sensörlü IHA ve İYA ile keşif yapılarak robot haritalarının birleştirilmesi ve ortamdaki nesnelerin algılanması ve tanınması hedeflenmiştir. Bu proje ile bu alana yapılması ön görülen katkılardan bazıları aşağıdaki gibi şekilde özetlenebilir:
1. IMU, LIDAR, RGB kamera sensörleri ile donatılan İHA ve İYA’lar birlikte kullanılarak felaket yönetimi üzerine çalışmalar yapılacaktır. İYA için Nvidia Jetson Xavier içeren dört bacaklı Go1 robot kullanılacaktır. IMU sensör, 3 Boyutlu (3B) LIDAR ve RGB kamera eklenecektir. İHA için DJI Matrice 350 RTK, Intel NUC ve Nvidia Jetson geliştirme kartı kullanılacaktır. IMU sensör, Velodyne VLP-16 lite 3B LIDAR ve RGB eklenerek kamera bir derin öğrenme modellerinin çalışabildiği bir İHA oluşturulacaktır.
2. Robotlar arasında ve insan yönetici arasında GPS olmadan bir haberleşme sistemi oluşturulacaktır.
3. Yüksek çözünürlüklü 3B LIDAR nokta bulutu verileri işlenecektir. İHA ve İYA’lar ile ortam keşfi için ayrı ayrı elde edilen haritalar dönüştürücü tabanlı derin öğrenme modellerini kullanarak birleştirilecektir.
4. İnsan, eldiven, çanta, şapka, telefon, afetten sonra engel olarak oluşan mucır, kapı, kolon gibi nesnelerin algılanması ve tanınması işlemi gerçekleştirilecektir. Bu işlem için İHA’nın uçuşundan kaynaklı ve çöküntüden kaynaklı toz ve ortamın karanlık olması nedeniyle öncelikle LIDAR’dan alınan 3B nokta bulutları kullanılacaktır. Dönüştürücü tabanlı derin öğrenme modellerini kullanarak nesne algılanma ve tanıma işlemi gerçekleştirilecektir. İkinci olarak, nesne algılama menzilini artırmak için RGB kamera verileri ile birleştirilecektir.
5. ROS, Webots, IsaacGym ve/veya Pybullet ortamlarında benzetim çalışmaları yapılacaktır. Proje kapsamında önerilen yaklaşımların doğrulama başarımına etkilerini inceleyebilmek için yeni bir veri tabanı oluşturulacaktır. Veriler gerçek ortamdan toplanacaktır. Önerilen yaklaşımlar bilimsel yazında mevcut olanlar ile karşılaştırılacaktır.
6. Ortamların daha dikkatli incelenmesi ve robotların daha iyi yönetilebilmesi için ROS-Rviz ile kontrol paneli oluşturulacaktır.
Yürütücülüğünü Prof. Dr. Ayşegül Uçar’ın yapacağı projede, Prof. Dr. Mehmet Karaköse, Doç. Dr. Burak Taşçı, Dr. Öğr. Üyesi M. Ali Arserim, Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Erol, Dr. Öğr. Üyesi Emrehan Yavşan, 2 doktora öğrencisi, 2 yüksek lisans öğrencisi ve 2 lisans öğrencisi etkin bir şekilde görev alacaktır. Mekatronik Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği ve Elektrik Elektronik Mühendisliği alanında çalışan araştırmacılardan oluşan çok disiplinli proje ekibi, bu zorlu problemlerin çözülmesi için gereken uzmanlığa sahiptir. Önerilen yöntemlerin harita birleştirme ve nesne algılama ve tanıma alanlarına sunduğu farklılıklar nedeniyle bilimsel yazında önemli bir şekilde yer alacağı ve savunma ve uzay gibi farklı araştırma alanlarına da uygulanabileceği öngörülmektedir.
Çeşitli albedo etkileri altında çift yüzlü panellerin verimliliğinin gerçek koşullarda deneysel olarak incelenmesi |
Arş. Gör. Kübra SOLAK |
TÜBİTAK |
15.08.2024 |
15.02.2025 |
Çift yüzlü güneş modülleri, geleneksel olanlardan farklı olarak, hem ön hem de arka yüzeylerine çarpan güneş ışığını enerjiye dönüştürebilme yeteneği ile öne çıkar. Bu sayede, çift yüzeyli fotovoltaik modüller, arka yüzeylerindeki fotovoltaik hücreler sayesinde daha fazla güneş ışınımı toplayarak enerji üretimini artırır. Bu modüllerin verimliliği, zeminden yansıyan ışınıma yani zemin yansıtıcılığından (albedo) oldukça etkilenir. Bu sebeple çift yüzlü fotovoltaik modüller, tek yüzlü modüllerden farklı kurulum parametrelerine sahiptirler.
Bu projenin amacı, çift yüzlü güneş modüllerinin kurulum parametreleri ve çevresel faktörlerin verimlilik üzerindeki etkilerini detaylandırarak incelemektir. Özellikle, albedo, modül yükseklikleri ve eğim açıları gibi parametrelerin etkileri araştırılacaktır.
Proje kapsamında tercih edilen zemin yansıtıcıları (albedo), güneş panellerinin yerleştirileceği zemin tipleri dikkate alınarak seçildi. Bu zemin tipleri (toprak, beyaz sandviç panel, gri asfalt mıcırı ve beyaz yansıtıcı boya) farklı yansıtıcılık özelliklerine sahiptir. Her birinin sistem üzerindeki etkisini lokasyona özgü deneysel çalışmalar yapılarak incelenecektir.
Sonuç olarak, bu proje güneş enerji sistemlerinin daha etkili bir şekilde kurulması ve tasarlanmasına katkı sağlayacaktır. Ayrıca, proje ekonomik açıdan da büyük bir öneme sahiptir; güneş enerjisi sistemlerinin maliyet etkinliğini değerlendirerek ülke ekonomisinin büyümesine ve gelişmesine katkıda bulunacaktır.
Türkiye Bademlerinde (Prunus L. subg. Amygdalus L.) Genetik Yapı, Soy İlişkisi ve Kökenin Yüksek Hacimli Genomik Veri, Fitokimya, Akış Sitometrisi ve Fenetik Yöntemlerle Araştırılması |
Prof. Dr. Meti̇n TUNA |
TÜBİTAK |
01.04.2025 |
31.03.2028 |
Proje Özeti
Badem (Prunus dulcis=Amygdalus communis; Rosaceae) dünya ölçeğinde ekonomik önemi olan ve Türkiye'de de yetiştirilen bir kültür bitkisi olup, ülkemizde 11 doğal türü bulunmaktadır. Anavatanı Bereketli Hilal bölgesi olması nedeniyle Türkiye için önemi daha da yüksektir. Ekonomik önemine istinaden türün tüm genomu ABD’de üç kültür çeşidinde çalışılmış, gen haritası ve pek çok genetik özelliği ortaya konmuştur.
Bu proje çalışmasında bademin atası olduğunu düşündüğümüz ve Türkiye’nin doğal türlerinden P. trichamygdalus’un tüm genomu üçüncü nesil dizileme yöntemiyle ortaya konacaktır. Elde edeceğimiz genom dizilimlerinde daha önce gen haritası çıkarılmış, birçok genin yeri ve işlevi belirlenmiş olan P. dulcis genomundan faydalanılarak referansa dayalı anotasyon yapılacaktır. Bu sayede P. trichamygdalus türünde kodlama yapan genler, kromozomlar arasında gen bloklarının evrimi, işlevi ve diğer genetik bilgiler karşılaştırmalı genomik yaklaşımla araştırlacaktır.
Doğal türlerin genom dizilimleri üzerinde yapılacak biyoinformatik analizler ile bu türlerin genetik yapıları, evrimsel ilişkileri ve çevresel koşullarına olan adaptasyonları araştırılacaktır. Türlerin morfolojik ve bazı fitokimyasal özelliklerinin genetik temelleri genom çapında ilişkilendirme çalışmaları (GWAS) kullanılarak analiz edilecek, böylece lokal adaptasyon süreçleri ile önemli genler ve varyantlar hakkında derinlemesine bilgi edinilecektir. Bu çok katmanlı yaklaşım, Prunus subg. Amygdalus türlerinin evrimsel genetik araştırmalarına önemli katkılar sağlayarak Türkiye'nin genetik kaynaklarını araştırmaya yeni bir yaklaşım ve derinlik katacaktır.
Ayrıca tüm türler için genom boyutu (C-value) ölçülerek, 2n=16 olarak bilinen sabit kromozom sayısının hedef populasyonlarda doğruluğu test edilecek ve genom yapısı hakkında daha fazla bilgi elde edilmeye çalışılacaktır.
Tüm türlerin morfolojik özellikleri morfometrik yöntemle çalışılarak türler arasındaki benzerlik ilişkisi araştırılacaktır. Elde edilecek morfolojik ilişki örüntüsü, her iki dizilemeyle elde edilen genetik veriler ile örtüştürülerek morfolojik özellikleri belirleyen kromozom ve genlerin ilişkisi kurulmaya çalışılacaktır.
Üzerinde çalışılacak türler için araziden elde edilen habitat, coğrafik yapı ve veritabanlarından sağlanan iklimsel bilgiler ile morfometrik ve genetik veriler örtüştürülerek, türlerin doğadaki uyumsal özellikleri ve bunları kodlayan genler ile gen etkileşimleri tespit edilmeye çalışılacaktır.
Yapılacak bu çalışmalar, Bereketli Hilal bölgesinde kültüre alıdığı bilinen yenen bademin (P. dulcis) Türkiye’deki kökeninin araştırılmasına ve atasal türünün P. trichamygdalus olup olmadığının belirlenmesine ışık tutacaktır. Atasal tür olduğunu düşündüğümüz P. trichamygdalus’un genomunun 3. nesil dizilemeyle ortaya konacak olması ve diğer doğal türlerin genomunun da ikinci nesil okumayla araştırılması, proje konusuna evrensel ölçekte özgünlük sağlamaktadır.
P. trichamygdalus’un fitokimyasal yapısı siyanogenetik glikozitler bakımından araştırılacaktır. Diğer doğal türlerin içeriği de amygdalin, linemarin ve prunazin başta olmak üzere tüm bileşikler bakımından parmak izi yöntemiyle taranarak Türkiye'deki badem türlerinin fitokimyasal yapısı ortaya konacaktır. Bu fitokimyasal araştırmalar projenin özgün değerini yükseltmektedir. Elde edilecek genetik, morfolojik ve fitokimyasal verilerin ekolojik veriler ile ilişkilendirilip, türlerin soy ilişkileriyle uyumsallıklarının araştırılması özgün değeri daha da artıracaktır.
Proje çalışmasında kullanılacak 3. nesil genom dizilime, Türkiye’nin doğal bitkileri için uygulanacak öncü çalışmalardan biridir. İkinci nesil genom okuması, genom boyutu (GB) çalışmaları, fitokimyasal araştırmalar, morfometrik veriler ile karakter ilişkilendirme temelli genetik verilerin örtüştürülmesi de projenin özgün değerini yükseltmektedir.
Bu çalışmaların başarı ile gerçekleştrilmesiyle yenen bademin kökeni hakkında genetik bilgi elde edilmesi, doğal bir türün tüm genom analizi ve diğer türlerin genomu üzerinde yapılacak çalışmaların evrensel ölçekte etkisi olacaktır. Dolaysı ile elde edilecek derin genetik bilgilerin biyoinformatik analizi, fitokimyasal veriler, genom boyutu çalışmaları ile elde edeceğimiz verilerden dolayı projenin güçlü bir yaygın etkisi olacağı düşüncesindeyiz.
Bu projede biri yurtdışı olmak üzere 3 ayrı üniversiteden 3 profesör, 1 doçent, 1 araştırma görevlisi, yurtdışından 1 doktora öğrencisi çalışacaktır. Ayrıca 1 doktora ve 1 yüksek lisans öğrencisinin tezleri bu projeden yapılacaktır.
Translanguaging?e (diller arası geçislilik) Yaklasımlar: Ingiliz, Alman ve Fransız Dil ve Edebiyat Bölümü Ögrencilerinin Görüsleri |
Öğr. Gör. Dr. Pinar KOÇER |
TÜBİTAK |
26.03.2024 |
26.03.2025 |
Translanguaging, Türkçe’ye “diller arası geçişlilik” olarak çevrilmiş ve ilk olarak Cen Williams (Williams, 1994)
tarafından Galler'deki iki dilli bir bağlam için "tranchuawe" olarak isimlendirilmiştir. Pedagojik olarak ise, dil
öğretimi sırasında sistematik olarak birden fazla dil arasında geçiş yapmayı, daha iyi bir anlam oluşturma için
öğrenenlerin repertuarındaki tüm dilleri entegre etmeye yönelik pedagojik bir araç olarak hizmet eden bir öğretim
stratejisidir (García & Wei, 2014). 19. yüzyılda İngiltere’nin başlatmış olduğu ve 20. yüzyılda Amerika’nın devam
ettirdiği; kendi dillerini dünya çapında ihraç etmeleri sonucunda günümüzün en popüler ikinci dili İngilizce
olmuştur ve ana dili İngilizce olmayan ülkeler İngilizce öğrenimine teşvik sağlamışlardır. Özellikle okullarda ve
yüksek öğretimde İngilizce, ana ve zorunlu derslerin arasına eklenmiştir. Ancak milenyumun gelişi ve
globalleşmenin hızlanması ile ana dilin yanında sadece İngilizce bilmek yetersizleşmiştir ve farklı dillerin
öğrenilme isteği kaçınılmaz olmuştur. Bu noktada translanguaging, belirtilen gelişmelerin sonucu olarak doğan
çokdilli ve çokkültürlü bağlamlarda bu ihtiyacı karşılamak için ortaya atılmış bir stratejidir. Translanguaging
araştırmalarında, translanguaging'in öğrenen katılımı ve anlam oluşturmaya aktif katılım için bir ön zemin
sağlayan daha pratik bir pedagoji olarak işlev görebileceği çalışmalarla desteklenmiştir (Lewis, Jones ve Baker,
2012). Böylece, translanguaging öğrencilerin gerçek dünyadaki dil kullanımını yansıtan dilleri sınıfta esnek bir
şekilde kullanmalarına izin vermek, diller arasında anlamlı geçişler yapmayı öneren bir yöntem olarak kabul edilir
(Garcia, 2009).
Tüm bu çalışmalardan yola çıkarak, bu araştırma ile İngiliz, Fransız ve Alman Dili ve Edebiyatı birinci ve dördüncü
sınıf öğrencilerinin kendi bölüm dillerini öğrenirken translanguaginge genel yaklaşımlarının neler olduğunu,
yaşadıkları zorlukları ve bu zorlukların translanguaging ile hafifleme ihtimalini ortaya çıkaracağız. Aynı zamanda,
bahsi geçen Alman ve Fransız dillerini öğrendiği kabul edilen Alman ve Fransız Dili öğrencilerinin, İngiliz Dili
öğrencilerinden öğrenme stratejisi açısından bir farkı olup olmadığını belirleyeceğiz. Bu sayede, ikinci ve üçüncü
yabancı dil öğreniminde translanguaging stratejisinin fayda ve olası problemlerini açıklığa kavuşturacağız.
Böylece, yürüteceğimiz araştırma ile ana dili Türkçe olup Fransızca, İngilizce ve Almanca öğrenen öğrencilerinin
de translanguaging stratejisine yaklaşımlarını literatüre dahil etmeyi amaçlıyoruz.
SÜT SAĞIM ROBOT VE MANİPÜLATÖRLER İÇİN ROBOTİK OTOMASYON SİSTEMİ GELİŞTİRİLMESİ |
Prof. Dr. Erkan GÖNÜLOL |
TÜBİTAK |
01.07.2021 |
01.07.2022 |
Proje kapsamında süt hayvancılığı yapan işletmelerin kullanımı için süt sağım otomasyon sistemi geliştirilecektir.Sağımı yapılacak kabine kendi isteği ile girecek ineğin meme uçlarına kabindeki manipülatör ve uç işleyicinin sağım başlıklarını tek tek veya bir demet halinde takması amaçlanmaktadır.Bu işlemler optimum zamanda ve doğrulukta yapılmalıdır.Optimum zaman diliminde,ineklerin kabine girmesiyle meme temizliği,başlıklarının takılması ve sağım işleminin tamamlanması gerekmektedir.Manipülatör ve uç işleyici,konumu ve şekli bozuk olan meme başlarına da başlıkların doğru bir şekilde takalabilmesi gerekmektedir.Fire minimize etmek yanı sıra hayvan konforunun da garanti altına alınması için arge çalışmaları gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır.Geliştirilecek sistem ile operasyonel maliyetlerin azaltılarak esnek bir otomasyon ortaya koyulacaktır.Firmamızın bilgi birikimi oluşturması ve hayvancılık sektörünün dijitalleşmeye geçiş noktasında yeni projelerin oluşturulması amaçlanmaktadır.
Bazı Karbazol Türevlerinin Montmorilonite Nanokilleri Ve Çinko Nanopartikülleri İle Polimer Nanokompozitlerinin Sentezlenmesi Ve Antikorozyon Özelliklerinin Araştırılması |
Prof. Dr. Murat ATEŞ |
TÜBİTAK |
01.11.2013 |
01.11.2014 |
Literatürde polianilin, polipirol, gibi bir çok iletken polimerler için antikorozif kaplamalar üretilmiştir. Diğer iletken bir polimer türü olan polikarbazoller ise iyi termal, elektriksel, fotoaktif ve elektrokromik özelliklerinden dolayı son yıllarda önem kazanmıştır. Sensör, elektrokromik aygıtlar gibi uygulamada yaygınca kullanılmışlardır. Bununla birlikte, polikarbazol ve türevlerinin hatta kompozitlerinin antikorozyon kaplama özellikleri literatürde yeterince araştırılmamıştır.
Proje kapsamında karbazol ve türevlerinin (9-vinil-9H-karbazol, 9-metil-9H-karbazol) nano malzemeler (Montmorillonite nanokilleri ve çinko nano partikülleri) ile hem polimer hem de polimer/nano kompozitlerinin ince filmleri paslanmaz çelik üzerine (SS304) korozyon önleyici kaplamalar olarak araştırılmıştır. Polimer ve polimer/nano kompozitleri elektrokimyasal kimyasal yöntemler ile sentezlenerek paslanmaz çelik üzerine kaplanıp bu kaplamaların tuzlu su ortamında (%3.5 NaCl) korozyondan koruma özellikleri detaylıca araştırılmıştır. Projede elde edilen kaplamalar, döngülü voltametri (DV), elektrokimyasal empedans spektroskopsi (EES), Fourier transform İnfrared spektroskopisi (FTIR-ATR), ve taramalı elektron mikroskobu-enerji dispersiyon X-ışınları (SEM-EDX) optik mikroskop, 4 nokta probe gibi teknikler ile karakterizasyonları yapılmıştır. Malzemenin korozyon davranışı potansiyodinamik polarizasyon ölçüm metodları (Tafel Polarizasyon eğrisi) ve EES ile yapılmış ve kaplamaların korozyondan korunma özellikleri çalışılmıştır. Sonuçlar ve Tartışma bölümünde ise elektrokimyasal ve kimyasal yöntemlerle elde edilen polimer ve polimer nano kompozit filmlerinin sentez yöntemine göre korozyondan koruma performanslarının karşılaştırılması yapılmıştır.
Proje polikarbazol ve türevlerinin özellikle polimer/nanokompozitlerinin korozyondan korunma özelliklerinin literatürde çok az çalışılmış olması ve bunların literatüre kazandırılması bakımından önemlidir. Özellikle projede kullanılacak çeliğin (SS304) endüstride kullanılan bir paslanmaz çelik türü olması ve bu kaplamaların korozyona karşı iyi performans göstermesi halinde başka çalışmalarla ticarileştirilebilir ise ekonomiye katkı sağlayabilmesi bakımından oldukça önemlidir.